YAPAY ZEKÂ ÇAĞI-(Dördüncü Çağ: Akıllı Robotlar, Bilinçli Bilgisayarlar ve İnsanlığın Geleceği)

YAPAY ZEKÂ ÇAĞI-(Dördüncü Çağ: Akıllı Robotlar, Bilinçli Bilgisayarlar ve İnsanlığın Geleceği)

“Yarını bir kenara bırakın, bugün yetişen çocuklar açısından öyle bir dünyada yaşıyoruz ki bilgi ve beceri internete havale ediliyor. Sesle ve klavyeyle etkileşebilecekler için iyi bir el yazısı vakit kaybıdır demek istemiyorum; ama el yazısında mükemmel olmanın öncelik olduğundan emin değilim. Gelecek neyin dışarıda bırakılacağı değil, neye odaklanılması gerektiği üzerine. Geleceğin eğitimi insanların kalıcı, güvenli, insani ilişkiler kurabilmesini sağlamaya odaklanmalı. Metin mesajlarının telefonla görüşmelerin yerine geçtiği, e-postaların toplantıların yerini aldığı, bir neslin lakayt, yalnız ve yalıtılmış bir halde telefonlarına uzun uzun baktığı günümüzde bu durum ilişkilere odaklanılarak azaltılmalı. Nasıl dinlenileceğini, nasıl konuşulacağını yeniden öğrenmeliyiz.”- Tom Goodwin- Dijital Darwinizm

Sonsuza dek yaşamak ister misiniz? Eski bir Zen duası vardır: “Baban ölsün, sen öl, oğlun ölsün.” Bu Tanrı’nın bir lütfudur çünkü bu sıranın değişmesi korkunç bir şeydir. Önemli olan sonsuza kadar yaşamamak, kendi ölüm anınızı ve şeklini seçmek, ölümle kendi şartlarınıza göre yüzleşmek. Bu muhteşem bir şey olurdu; kendi yaşamımızın hâkimi olmak, Jul Sezar’ın dediği gibi: “Hem yıllar hem de başarılar yönünden yeterince yaşadım,” diyebileceğiniz kadar yaşamak…

Eğer bizden üstün olan yabancı bir uygarlık “Birkaç on yıl sonra oraya geleceğiz” dese, “Tamam gelmeden önce arayın ki, ışıkları açık bırakalım” yanıtını mı verirdik? Muhtemelen hayır. Fakat YAPAY ZEKÂ (YZ) konusunda günümüzde yaşananlar hemen hemen böyle betimlenebilir. Bu nedenle de hepimiz kendimize, YZ’nın meyvelerini toplayıp risklerinden kaçınmak için neler yapabileceğimizi sormalıyız.

Şöyle ki, insan gibi görünen bir robota yerleştirilmiş bilinçli bir yapay genel zekâyla bir konuşma yaptığınızı düşünün. Bu robot hazırcevap, bilge ve algılaması güçlü. En sevdiği rengin yeşil olduğunu ve örümcek gördü mü kaçtığını söylüyor. Kendi fâniliği hakkında kafa yorduğunu, eğer kapatılırsa bir parçasının yaşamaya devam edip edemeyeceğini düşündüğünü ve geceleyin laboratuvarda kimse yokken rüya gördüğünü söylüyor. O insan mıdır? Bu durumda biz sadece basit bir yaşam formu değil de bir insan mı yapmış oluruz? İnsan olmanın kilit özelliklerinden biri insanca davranmamızdır. Bunu bir düşünün: Empati ve iyilik içeren bu dünyayı yarattık. Bunu yapan biziz. Peki, yapay genel zekâ robotu insanca davranmaya başladığında ne olur? “İnsanın ne olduğunu” yeniden tanımlarız ya da bilinçli bir yapay genel zekâ robotu ailemize kabul ederiz. Akşam yemeğine kim geliyor, tahmin edin bakalım!

Peki, biz insanlar da zaman zaman robotlara insanca davranmıyor muyuz? İşte bir örnek: Julie Carpenter, 2013’de 23 bomba imha uzmanıyla röportaj yapıp robotlarla etkileşimlerini inceledi. O, Askerlerin birçoğunun bu Makinelere İnsani Nitelikler Atfettiğini tespit etti. Hasar gördüklerinde “robotlarla” empati kuruyorlardı ve genellikle onların kaybını öfke veya üzüntüyle karşılıyorlardı. Birçok örnekte görev sırasında imha olan robotlar için cenaze törenleri bile düzenlenmişti. Uzağa bakmaya gerek yok! Bir kısmımız arabalarımızla, teknelerimizle ve araçlarımızla rutin bir biçimde konuşup ve onlara isimler vermez miyiz? Dolayısıyla askerlerin da sahada aynı şeyi yapmasının şaşılacak bir yanı yoktur.

100.000 yıl önce ateşi kontrol altına aldık, böylece dile uzanan yola girdik. 10.000 yıl önce tarımı geliştirdik, böylece yerleşik hayata geçip şehirler kurduk ve toprak savaşlarına giriştik. 5000 yıl önce tekerleği ve yazıyı icat ettik, böylece ulus devlet anlayışını geliştirdik. Şimdi ise yükselen teknolojiyle birlikte yeni ve dördüncü bir çağınyapay zekâ çağının başlangıcındayız.

Fakat buraya kadar birdenbire gelmedik. İlkçağ insanları atalarımız da tıpkı bize benziyorlardı. İnsanların doğasının değişmediğini görmek için, 1300 yıl önce Theophrastus adında bir Yunanın yazdığı Karakterler adlı bir kitaba baksanız yeter. Theophrastus insanlığı hicvettiği kitabında hepimizi tür tür sıralıyordu: dalkavuk, yontulmamış, laf ebesi ve diğerleri. Günümüze gelince değişen fazlaca bir şey yok! Yediği yemeklerin fotoğrafını çekip internette paylaşan birini tanıyorsanız, bunu Theophrastus’un, “Söze karısını överek başlayan, önceki gece gördüğü rüyayı anlatan, yediği yemekleri teker teker sıralayan”, boşboğaz adı verdiği kişide görebilirsiniz.

Tekerlekten Ay’a ulaşmamız 5000 yılımızı aldı. (Ne enteresandır ki valize bir tekerlek tutturmak birilerinin aklına gelmeden önce Ay’a gittik.) Muhtemelen önümüzdeki 50 yılda son 5000 yılda gördüğümüzden daha fazla değişim göreceğiz.

Bu yönüyle değişim ve gelişim önemli ama bunların hızı, koşullar ve zamana bağlı olarak görecelidir. Nitekim 1163’te Notre Dame’ın inşa edilmeye başlandığı Fransa’da doğmuş olsaydınız, 80 yıl yaşasanız, yaşamınızda çok az şey değişirdi ve katedralin inşası bile bitmeden ölürdünüz. Neden bir şeyler değişir? Neden lisan edinmemizden tarımı geliştirmeye geçmemiz 90.000 yıl sürdü de ilk bilgisayardan iPhone’a geçmemiz topu topu 60 yıl sürdü? Neden Notre Dame’ın inşası 182 yıl sürdüğü halde Empire State’in yapımı sadece 410 gün sürdü? Çünkü işleri iyileştirmenin bir yöntemi olan gelişimi icat ettik.

Ama bunun yanında etik kurallarımızda ve ahlaki uygularımızda geçmişten bugüne baktığımızda çok fazla yol aldığımızı kolayca söyleyemeyiz. Zaten çoğunluğun desteğini alan tek bir etik teorisi de yoktur. Ayrıca ahlaki inançların zaman içinde geçirdiği ve bizim bir ilerleme olarak görmekten hoşlandığımız belirgin değişikliklerde de yans1masını bulmuştur. Sözgelimi orta çağda Avrupa’da bir siyasi mahpusun ölümüne işkence edildiğini izlemek saygın bir eğlence kabul edilirdi. Kedi yakmak 16. yüzyıl Paris’inde popülerdi. Çok değil yüz elli yıl önce Amerika’nın güneyinde kölelik çok yaygındı ve arkasına hem yasaları hem de adetleri almıştı. Geriye dönüp baktığımızda, önceki çağların tamamının sadece davranışlarında değil ahlaki inançlarında da apaçık kusurlar görüyoruz. O zamandan beri belki bazı ahlaki içgörüler elde etmiş olsak da şu an kusursuz ahlaki aydınlanmanın tepe noktasında olduğumuzu iddia edemeyiz.

Bu bağlamda, yapay zekâ ve robotik bilimi, tarihin bu dönüm noktasındaki yol göstericilerimiz ve bilimin bu yükselen yıldızlarına sormamız gereken çok fazla sorular mevcut. Örneğin: Bizler, insan olarak birer makine miyiz? Bilgisayarlar herhangi bir şey hissedebilir mi? Bilinç kazanmaları mümkün mü? Eğer bilinçlenirlerse, bu bizi bir insan-robot savaşına yönlendirir mi? Peki ya etiğin bütün bunlar üzerindeki etkisi nedir? Vb…

İşte tarihi arka plandan mühendislikteki son gelişmelere, felsefeden sinema ve dizi sektöründeki yansımasına kadar BYRON REESE, yapay zekânın çağımıza uzanan bu çok uzun ve zorlu geçmişini inceleyerek insanlık adına kazandığımız bütün savaşlardan ve geçtiğimiz bütün yollardan sonra nihayet bugüne, bilgisayarların ve makinelerin yüzyılına gelmektedir.

Yapay Zeka Çağı Kitabının Yazarı Byron Reese

Ülkemizde 2020 yılının başlarında ilk baskısı yapılan BYRON REESE’ın yazdığı “YAPAY ZEKÂ ÇAĞI-(Dördüncü Çağ: Akıllı Robotlar, Bilinçli Bilgisayarlar ve İnsanlığın Geleceği)-The Fourth Age” kitabını okuyup derledim. Önemli bir konuda yazılan bu kitabın öne çıkan birkaç paragrafı aşağıya aktarıyorum:

*Gelecekte herkesin vejetaryen, hatta aslında vegan olması muhtemeldir. Bu durum yapay etlerin daha ucuz, lezzetli ve daha çevre dostu hale gelmesiyle ortaya çıkacak. Eğer yapay bir biftek gerçeği gibi kanlı ve o ana kadar tattığınız en iyi biftekten daha lezzetli olursa, sağlıklı bir şekilde paketlenirse, fiyatı sadece birkaç bozukluk olursa, “gerçek” bifteği kim alır ki? Bunu barbekü meraklısı bir kişi olarak söylüyorum, yani burada sadece kendi biftek bıçağımı bilemiyorum. Zamanla gerçek hayvan eti yemeyi barbarca ve hatta biraz nahoş bir şey olarak göreceğimizi düşünüyorum. Muhtemelen yapay bifteklerin görüntüsünü gerçek biftekler gibi yapmaktan vazgeçeceğiz.

*2017’nin ekonomik yaşamını 2047 standartlarında oldukça zor görünecektir. Gelecekte 2017’deki yaşamı anlatan biri şunları söyleyebilir:

2017 mi? O tarihte insanların bir şeyi satın almaya paralarının yetip yetmeyeceğini görmek: için önce fiyatına bakmaları gerekiyordu. Doktorlar size ihtiyacınız olan tıbbi prosedürlerin maliyetini söylerdi çünkü bunları ödeyebilecek paranız veya karşılayacak sigortanız olmayabilirdi. Neredeyse herkes hâlâ ev işlerini kendi yapar, arabasını kendi kullanır, bahçesindeki yabani otları kendi temizlerdi. Toprağa hayvan ini gibi oturtulmuş minicik evlerde yaşarlardı. Kimi zaman evlerine fareler, hamam böcekleri ve pireler girerdi. Pencereleri şeffaf camdı ve dışarısı ne kadar çirkin olursa olsun, okyanus görüntüsü verebilecek bir hologramlı camları yoktu. Ya yedikleri yiyeceklere ne demeli? Nereden geldiğine ve üzerine neler sıkılığına dair hiçbir bilgileri yoktu. Gerçek hayvan eti ve hatta asıl amacı etin kaynağını gizlemek olan “sosis” adı verilen bir yiyecek haline getirilmiş kalitesiz parçaları yerlerdi. En sevdikleri tatta ve dokuda isteklerine göre imal edilmiş yiyecek sipariş edemezlerdi. Ağızlarına rasgele yiyecek atar ve bunun hoşlarına gideceğini, kalp krizine veya kanser adı verilen bir şeye yol açmayacağını umut ederlerdi. Eğer başları ağrırsa, kendi genomlarıyla ilgisi olmayan, dünyada herkesin aldığı bir ilaçtan içerlerdi. Eğer baş ağrısı geçerse bu düpedüz enayi şansıydı. Bir de şu var: İşte, klavyeyle yazarlardı! Parmaklarıyla!

2047’deki “siz” büyük olasılıkla şöyle diyecektir: “Hayır, öyle bir hayat yaşamamak için füzyon reaktöründe geç saatlere kadar çalışırım.”

* Dokunma robotlar için büyük bir zorluktur. İnsan ellerinin hem bir yavru köpeğin başını okşamada hem de bir kavgada kullanılabilmeleri çok yönlülüklerinin ve kopyalarını yapmanın ne kadar zor olduğunun bir kanıtıdır. Ancak muhteşem bir robot parmağı yapsanız bile, robot yine de parmağının ucunda neler olup bittiğini algılamak zorundadır. Bir bebeğin altını değiştirmeyi, bir yavru kediyi tutmayı ve korkmuş bir çocuğu rahatlatmayı düşünün. Gerçek dünyayla etkileşime giren robot problemi, Berkley’deki Kaliforniya Üniversitesinden Profesör Pieter Abbe el’in bir robota çamaşır katlamayı öğretme girişiminde açık görülebilir. İlk zorluk algılamaydı: Bir çamaşır yığınına baktığınızda hangisinin gömlek, hangisinin pantolon olduğunu nasıl söylersiniz? Hiçbir çamaşır yığını bir başkasına benzemez; öyle kaotik bir karışımdır.

Abbeel’in gözü pek takımı yıllarca problemin basit bir versiyonu üzerinde çalıştı ve en sonunda bir robota yirmi dakikada biz havlu katlatmayı basardılar. Ardından süreyi iki dakikanın altına indirdiler. Gelgelelim havluyu tanımlamak ve katlamak çok kolaydır çünkü düzgün dik açıları vardır. Bu kadar emek harcanmasına rağmen, robot yine de ters çevrilmiş bir çorabı alıp da düzeltemez. Abbeel konuyu şöyle özetliyor: “Robotikle uğraşmaya başladığınızda, aslında bir robota yaptırması en zor şeylerin, çocukların 10 yaşına kadar öğrendikleri şeyler olduğunu görüyorsunuz.”

* Keynes’in dediği gibi açgözlü materyalistleriz: “Parayı yaşamın zevk alınacak şeylerinin bir aracı yerine bir mülk olarak seven”; Keynes’in bunu “yarı kriminal yarı patolojik ruhsal hastalık olarak tanımlar.

 “Zengin daha da zenginleşirken yoksul daha da yoksullaşıyor,” en eski klişelerden biridir. Yine de veriler bunu doğrular. İki İtalyan ekonomist, 1427’nin Floransa vergi kayıtlarını günümüzdekilerle kıyasladıklarında en zengin ailelerin hâlâ en zengin olduklarını keşfettiler. İngiltere’de aynı metodolojiyi kullanan başka ekonomistler 1170’teki zenginlerin günümüzde de hâlâ zengin olduklarını buldular. Peki, neden böyle?

YAYGIN ALGI, zenginlerin hükûmeti kontrol ettikleri ve toplumda kendi yararlarına olacak şekilde ekonomik düzenleme yaptırabilecek nüfuza sahip olduklarıdır.

*Şu anda dünyada yapay zekâyı farklı derecelerde kullanan, geliştirilmekte olan silah sistemleri de var. Rusya radar, termal görüntüleme ve video kamera birleşimini kullanarak bir insanı 6,5 kilometre uzaktan tespit edip vurabilecek bir robot geliştiriyor. Bir Güney Kore şirketi hâlihazırda, uluslararası yasalara uygun olarak, 3 kilometre içindeki herhangi bir potansiyel hedefe, “Arkanı dön ve git, yoksa ateş ederiz,” diye bağıran 40 milyon dolarlık bir otomatik döner başlık satıyor. Öldürme kararını bir insanın onaylaması gerekse de bu yalnızca müşterinin talebi üzerine eklenmiş bir özellik.

*Beyin genellikle bilgisayarla kıyaslanır, ancak mimari yönden hiç de bilgisayar gibi değildir. Ana benzerlik bilgisayarların, beyinlerin şu anda yaptıklarını yapmaları amacıyla yapılanmalarıdır. Ancak hem ocakta hem de mikrodalga mısır patlatabildiğiniz halde, bu ocak ve mikrodalganın benzer oldukları anlamına gelmez. Eğer beyin ve bilgisayarı kafa kafaya (veya sanırım kafaya karşı ana işlemci) kıyaslayacak olursanız, beyin şu anda daha güçlüdür. Bir bilgisayar 2+2 gibi bir hesaplamayı bir insandan çok daha hızlı yapabilse de beyin birçok işte bilgisayarı geçebilir çünkü muazzam ölçüde paraleldir, aynı anda birçok işi yapabilir.

*Beyin ile zihin arasındaki fark nedir? Beyin, mekanik bir şekilde davranan, 1,4 kg ağırlığında yapışkan bir maddeden oluşan bir organdır. Zihin ise bu yapışkan maddenin muhtemelen kıvırabileceğinden çok daha zor görünen, yapabileceğiniz bütün akli şeylerdir. Zihin; duygu, hayal gücü, yargı, zekâ, istem ve iradenin kaynağıdır. Zihin müziğin sizi hüzünlendirme sebebidir ve yine ancak zihin sayesinde geleceği tasavvur edebiliriz,

*Gelgelelim insanlar zihin kavramını kullandıklarında çok farklı şeyler kastederler. Temel sorularımıza dönecek olursak, eğer monistseniz, yani insanların makine olduklarına inanıyorsanız şöyle diyebilirsiniz: “Zihin, beynin yaptığı, gerçekte pek anlamadığımız şeyler için kullanılan meşhur bir sözcükten başka bir değildir. Oysa zihnin yaptığı şeyler sadece normal akli süreçlerdir. Zihin, beynin ortaya çıkan bir yönü olabilir fakat o zaman bile, bu sadece basit biyolojidir.”

*Dualist, yani insanların salt makine olmadıklarına inanan biriyseniz şöyle diyebilirsiniz: “Zihin sizsiniz. Bu fizik yasalarının dışında var olan bir şeydir. Beyin tarafından yaratılmış olabilir, ancak bir organın salt fonksiyonlarından büsbütün farklıdır. Onu asla kimyasal bir formüle indirgeyemeyeceksiniz çünkü o doğada olan fiziksel bir şey değildir.”

* Son birkaç bin yıldır, insanlar bu dünyadaki rakipsiz yerini tek bir nedenden dolayı korumuştur: Etraftaki en akıllı şey biziz. Biz en büyük, en hızlı, en güçlü, en uzun yaşayan veya başka herhangi bir “en” değiliz. Fakat en akıllıyız ve aklımızı kullanarak dünyanın tartışmasız hakimleri haline geldik. Peki, dünyadaki ikinci en akıllı şey haline gelirsek ne olacak? Ve öylesine ikinci de değil, utanç verici bir farkla ikinci olursak? Eğer makineler daha iyi düşünebilir ve robotlar fiziksel dünyayı daha iyi idare edebilirse, bu durumda biz ne yapacağız? Son çare olarak bilince başvuracağız. Biz dünyayı deneyimlediğimiz halde makineler onu yalnızca ölçebilir. Dünyanın keyfini süreriz. Bunu, ölümlülük veya yaşamın değerli olmasıyla birleştirdiğinize anlamlı bir şekilde insani bir şey elde edersiniz. Bu fikir, “Kaplanlar ve Çilek” adlı Zen öyküsünde yansıtılır.

Bu öyküde, bir kaplan bir adamı kovalarken adam kendini kurtarmak için bir uçurumdan atlar ve bir asmayı yakalayıp orada asılı kalır. Yukarıda kaplan beklerken, aşağıda başka bir kaplan dolanır. Aynı anda, bir fare ortaya çıkıp tutunduğu asmayı dişlemeye başlar. Fakat tam da o anda, adam dalın diğer tarafında yetişen bir çilek görür. Çileği koparıp yer, yaşamı boyunca kendisine hiç bu kadar lezzetli gelen bir şey yememiştir. Bilinç ve ölümlülüğün birleşimi olan o an kendimizi tanımlamakta yararlandığımız şey olabilir. Biz çileği tadanlarız, onun değerini biliyoruz çünkü yaşam ve ölüm arasındaki anda asılıyız. 

Robotik Profesörü ve MIT Bilgisayar Bilimi ve Yapay Zekâ Laboratuvarı eski direktörü Rodney Brooks teknolojinin derininde yer almayan kişilerin, yapay zekâ hakkında yaptıkları genellemelerin “biraz tehlikeli” olduğunu söyleyerek farklı endişelerin bazılarını doğrudan yanıtlıyor: “Yakın zamanda şüphesiz şunu gördük: Elon Musk, Bill Gates, Stephen Hawking yapay zekânın patlama yapacağını ve dünyayı hızla ele geçireceğini söylediler. Hepsinin ortak noktası, hiçbirinin bu teknoloji alanında çalışmıyor olmaları.”

* Bilinç zekâdan da farklıdır. ZEKÂ akıl yürütmeyle ilgilidir; BİLİNÇ ise o deneyimleme hissidir. Örneğin, araba kullanırken zihninizin dalıp gittiği bir deneyim yaşamış olabilirsiniz. Düşünceler içinde kaybolsanız da bir şekilde kırmızı ışıklarda durmayı, trafiğin içine karışmayı vs. başarırsınız. Daha sonra aniden bu süreçten kopar ve şöyle düşünürsünüz: “Vay canına. Ben ne zaman bu kadar yol aldım?” Bu bilinçli değil, zeki olmaya yakındır. Bu kadar velvelenin nede bu iki hal arasındaki farktır.

*1970’te Albany’de üniversitede bir psikolog olan Gordon Gallup Jr.’ın yaratıcı bir içgörüsü vardı. Günümüzde bu öz farkındalığı ölçmede altın standart olarak kabul edilir. Ayna testi denilen bu test şu seklide yapılır: Uyuyan (veya uyuşturulmuş) bir hayvanın alnına boyayla kırmızı bir nokta yapın. Yanında bir ayna olsun. Hayvan uyanıp da yansımasını aynada gördüğünde, o kırmızı noktayı silmeye çalışır mı? Başka bir deyişle, hayvan yansımayı kendisi olarak görür mü? Eğer öyleyse, Gallup hayvanın bir benlik hissi olması gerektiğini öne sürdü.

Bu zor bir testtir ve çoğu hayvan geçemez. Geçebilenlerden bazıları şempanze ve bonbonlardır ancak ne ilginçtir ki goriller geçemez. Gelgelelim kimileri de bunun nedeninin, gorillerin, diğer gorillerin gözlerinin içine bakmaktan kaçınması ve dolayışıyla test edilen hayvanların lekeyi görmemiş olabilecekleri olduğu yorumunda bulunur. Şişe burunlu yunus ve katil balinalar gibi fillerin de testi geçtikleri görülmüştür. Kuş dünyasının dâhileri karga ve kuzgun testi geçemez; aslında memeli olmayıp da testi geçtiği görülen yegâne hayvan saksağandır, ancak bazı ilginç yeni araştırmalar karıncaların da testi geçebildiklerini ileri sürer. Testi geçemeyen hayvan arasında köpek, kedi, panda ve denizaslanı vardır. Çocuklar testi genellikle iki yaş itibarıyla geçer.

* Eğer ruhunuz gerçekten bilincinizse, o zaman bir makinenin bilinci olabilir mi? Hayır. Ruh, dünyamızın fiziğine o kadar yabancıdır ki bildiğimiz her fiziksel yasanın ötesine geçer, Intel’in bir fabrikada seri üretimini yapabilmesi olanaksızdır. Ruhunuzu bir makineye yükleyebilir misiniz? Hayır. Bir şeyin ruhunun bir nesneye sahip olabileceğini ileri süren inanç sistemleri olsa da insanlarda bu süreci kontrol edip yönetebilecek, onları bir vücuttan bir ruhu çıkarıp akıllı telefona yükleyebilmelerini sağlayacak hiçbir ruhani inanç sistemi bilmiyorum. Belki bilim insanları biz beyni daha iyi kavradıkça bilinci “çözecek”. Eğer bu olursa bilinçli bir bilgisayarın mümkün olup olmadığını bilebiliriz. Veya bir bilgisayar insanların bilinçli olma şeklinden tamamen farklı bir yöntemle kendi başına bilinç edinebilir. Belki de edinemez.

* İnsan ile makineyi anlamlı bir şekilde birleştirmek için üç büyük buluşa gerek var ve bunlar mümkün olmayabilir.

İlk olarak, bir bilgisayarın bir insanın düşüncesini okuyabilmesi gerekir.

İkinci olarak, bir bilgisayar bir düşünceyi beyne geri yazabilmelidir.

Üçüncü olarak, bir bilgisayar bu şeylerin ikisini de şu anda alışkın olduğumuzdan önemli ölçüde hızlı bir şekilde yapmalıdır.

Bunların üçünü de yapabilirsek, bilgisayarlarla kozmik açıdan anlamlı bir şekilde birleşebiliriz. Birinci buluş olan insan düşüncesini okuyan bir makine biraz yapabileceğimiz tek şeydir. Zihinle kontrol edilebilen, genellikle protez olan cihazlar üzerinde çalışan birtakım şirketler var.

*Çoğu teknoloji nötrdür ve iyi veya kötü amaçlar için kullanılabilir. Dinamit hem dağda tünel açmak için hem de bir tüneli patlatmak için kullanılabilir. Bereket versin ki insanların büyük çoğunluğu yıkmak yerine yapmayı tercih eder. Modern dünya da bunu kanıtlar. Var olmanın tek nedeni insanların çoğunun çoğu zaman dürüst olmalarıdır. İnternetten sipariş veren insanların %20’sinin kredi kartlarından çekilen parayı geri istediklerini düşünün. Şöyle diyebilirlerdi: “Evet, bir paket geldi ama içinde tuğla vardı.” Bu olsa kredi kartları bir gecede ortadan kalkardı. İşte var olmalarının tek nedeni insanların çoğunun dürüst olmasıdır.

* Dünyada yaklaşık 1 milyar aç insanlar olduğundan, şüphesiz bunun tek bir nedeni yoktur. Gelgelelim en büyük neden yoksulluktur. Dünyadaki aç insanların %79’u besin ihracatçısı olan ülkelerde yaşarlar. Bu nasıl mümkün olabilir? Bu ülkelerde insanların aç olmasının nedeni buradan üretilen ürünlerin yerel vatandaşların satın alabileceğinden daha fazlasına dünya piyasasında satılabilmeleridir. Modern çağda yiyeceğiniz olmadığı için değil, paranız olmadığı için açlık çekersiniz. Dolayısıyla yiyecek, büyük resme bakarsak çok pahalıdır ve birçok insan alamayacak kadar yoksuldur. Yanıt yiyecek maliyetini düşürme trendini sürdürmekte olacaktır. Yapay etin yaygınlaşması inek, domuz, keçi, koyun, tavuk, hindi vb. sayılarında çok büyük bir düşüşe yol açacak. Atları ulaşım ve çiftlik işlerinde kullanmaktan vazgeçtiğimizde bunu gördük.

* Bir ülkedeki kişi başına düşen GSMH ne kadar düşükse, gelecekte savaşların olasılığı o kadar yüksektir, dolayısıyla yoksulluğa son verirsek savaşları azaltırız. Henry Ford bir zamanlar şöyle demişti: “Bana savaştan kimin kâr ettiğini gösterin, ben de size savaşları nasıl durduracağınızı göstereyim.”

Dolayısıyla dördüncü çağda silahlara harcanan para muhtemelen azalmayacak ve biz yapay zekalı katil robotlar dahil yeni ve daha iyi silahlar yapmaya devam edeceğiz.

*GPS öncesi zamanda her motorcu, basılmadan önce güncelliğini yitiren çarşaf büyüklüğünde haritalar taşırdı. Evli çiftler birlikte bindiklerinde, bir tanesi sürerken diğeri de haritayı tutardı. Bu yüzden genellikle yol ve şehir haritalarında boşanma avukatlarının reklamları da olurdu.

Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Antalya, 9 Eylül 2020

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir