Yaşamın İçinden ve Kıyısından…
“İnsanlığı seviyorum… benim tahammül edemediğim insanlar!” Bir Çin atasözü,
Dünyada iki kusursuz insanın var olduğunu söyler. Bu kusursuzlar ise ya hiç doğmamış ya da ölmüş insandır. Bizler hayatta olduğumuza ve de henüz bu dünyada yaşamımızı sürdürdüğümüze göre, her birimizin düzeltecek hata ve kusurları hep var olacaktır demektir. Tüm bu hataları kendimiz yaparak doğruları bulma şansına yaşamımızdaki seneler yetemeyeceğine göre, yapılan bu kusurlardan ders almamız gerekiyor. Ama böyle mi yapıyoruz? Ders alınsaydı bu tutarsızlıklar ve hatalar tekerrür eder miydi?
Yaşam Üzerine
Hayat, bir benzetmeyle, her şişenin üzerinde içinde ne olduğu yazılı bir ilaç değil ki neyin ne olduğunu bilelim ve gerektiğinde de yeteri kadar ondan içelim ve şifa bulalım. Hayat başlı başına bir gizem… Bu gizemin içeriğini oluşturan “İnsan yaşamını” bir çerçeve ile sınırlanmış olan büyükçe bir tuvale benzetirsek, o boş tuvalin üzerine, çizeceğimiz şekiller, koyacağımız renkler bize ve bir bakıma bizlerin hayal gücüne kalmıştır. Ancak çoğumuzun paletindeki renkler aşağı yukarı birbirine benzer gibi görünmesine karşın, paletten tuvale kimimiz solgun ve uyumsuz, kimimiz ise canlı ve uyumlu renkleri aktarırız ki, bu aktarımlar, iç dünyamızın bakış açımıza yansımalarıdır. Bazen ortaya koyduğumuz eserde gördüklerimiz hoşumuza gitmezse de yaşam şeklini bir çırpıda değiştirme arzusu gerçek hayatta bu kadar kolay olamayacaktır. Bambu ağacından başka hiçbir şey yemekten hoşlanmayan Dev Panda’nın aksine insanlar neredeyse her şeyi zihinsel gıdaya dönüştürebilir. Bu bağlamda insanoğlu olarak yaşamlarımızı şekillendiren bu zihinlerimiz, genellikle, başkalarından ödünç aldığımız fikirleri önce yakalayıp ele geçirir, sonra da atar… Kendilerini tasfiye ederek intihar edenler yalnızca insan vücudundaki hücreler değildir. Kendi dünyalarına fazlasıyla dalan insanlar da zaman zaman ıskalarlar hayatı.
Evet, bu dünyaya doğmak kolay, ancak ölüme ve gerçeğimize doğru uzanan bu karmaşık yolda “İnsan” olarak ömür tüketmek ya da diğer anlamı ile “İnsan gibi İnsan” olmak gerçekten çok zor bir sanat… Böyle olduğunda da hayatı ıskalamak sıradanlaşmaktadır.
İnsan olmak farkındalık ile başlar. Yani insan olduğunun ve bunun ne anlama geldiğinin farkında olmakla başlar. Bu bakış açısıyla bakıldığında Mevlâna’nın anlamlı söylemi ortaya çıkmakta: “Ne fark eder ki, kör insan için elmas da bir, cam da… Sana bakan kör ise sakın kendini camdan sanma!” Ne kadar derin ve güzel bir sözdür bu. İnsanın kendi değerinin farkında olmasının ne kadar önemli olduğunu çok keskin bir dille vurgulamıştır.
Ancak insanın değeri ve değersizliğini ortaya koyma terazisinde egolar öne çıkmaktadır. Bu yönüyle vasat bir ego farklılığı sevmez, nefret eder. Sürü zihniyetinin yetiştirdiği varlık “herkes gibi” olurken kâmil bir insan ve aydınlanmış gerçek birey “kendisi gibi” olur.
Kendisi gibi olamayan insanlar için birkaç söylem vurgulamak gerekirse: “İnsanoğlu her şeyi affeder, başarıyı ise asla!” ve “Hiçbir başarı cezasız kalmaz” ifadeleri doğru saptamalardır.
Yığın, yığın gibi olmayandan genelde haz etmez. 2010’larda saygın bir devlet adamı, bir meslektaşıyla uzun bir tartışmaya girmişti. Atışmaları sona erince, gözlerini kırpıp “Biliyorsun, aslında hemfikiriz. Yalnızca sen yanlış söylüyorsun, o kadar!” dedi. Hep kendisi haklı ve doğrudur, başkalarının değerlendirme ve düşüncelerinin de doğru olduğuna yanaşmayan birçok insanla sıklıkla karşılaşmıyor muyuz?
Çoğu kez ayırdına varamadığımız bazı konuları derinine düşünüp de değerlendirdiğimizde, bunlar bizleri farklı bakış açılarından bakmaya yönlendirir… Örneğin, “Daha önce neden zamanında bunun farkına varmamışım!” diye sık sık iç geçirdiğimiz de olur.
Nitekim sağlık ve mutluluk gibi elimizdeki değerleri de ancak onları kaybettiğimiz zaman farkına varırız. Bu yönüyle, insanın gerçek ömrü geride bıraktığı izlerin derinliği kadardır. Yaşarken hiçbir iz bırakamamış bireyin hayatı ise silinip gider. Yaşam dinamik bir süreçtir. Bizleri beklemez, bizler için yavaşlamaz ve yine bizler için kendiliğinden değişmez. Bu bakımdan ne yapıp edip ona ayak uydurmayı başarmamız gerekir. Yaşama ayak uydurmanın en kolay yolu bir yaşam boyu kendimize ulaşılabilir ve gerçekçi hedefler koyabilmek ve kendimizin farkına varabilmektir.
Bu farkındalığın ayırdına varışta “İnsanın yaratıp güzelleştirdiği en önemli eser hiç şüphe yok ki kendisidir” denir. Bu eseri yaratabilmek amacıyla yol aldığımız yaşam sürecinde ise, gizemli bir gelecekte varacağımız yere ulaşmak için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak zorundayızdır. Ama buna hazır mıyız ve de bu kolay mı? Gelin bu eseri oluşturmanın zorluklarına buradan başlayalım…
Yaşamlarımızı bir rüzgâr metaforu ile kıyaslamak genelde yaygın bir yaklaşımdır. Bu metafor, bizlere yaşam döngüsünün çeşitliliği ve yaşamlarımızın da inişli çıkışlı olduğunu gösterir. Bilindiği gibi rüzgârlar hafif serinlik verenden, ılık imbatlardan, sert ve acımasız fırtına ve kasırgalara dek çeşitli şiddetlerde eserler. Aynen yaşamımızda olduğu gibi eserken de bazen ters, bazen istediğimiz bazen de beklenmeyen yönlerden hayatımızda inişli-çıkışlı, acı-tatlı, mutlu-mutsuz bağlamlar yaratarak yaşamlarımıza anlamlı değerler katabilir veya yaşamlarımızı alt-üst edebilirler.
Buradan da denilebilir ki; yaşam iyisiyle-kötüsüyle, ekşisiyle-tatlısıyla, güzeliyle-çirkiniyle vardır. Salt bunlardan istediğimiz birini seçerek öbür bölümünü dışarıda bırakma şansımız da yoktur. Bir benzetme yaptığımızda: Aynı bağın üzümünden pekmez, şarap ve hatta sirke bile yapılır. Sirkenin ekşi, pekmezin çok tatlı ve şarabın da sarhoş etmesi sebebiyle, üzümde hata aranır mı? Üzüm de bir bakıma yaşam gibi bu olguların tümünden ve ortaklığından sorumludur ama bir yönü nedeniyle suçlanamaz. Aynı söz ve düşünce gibi, değişim bağlamında, kimini pekmez, kimini şarap kimini de sirke gibi etkiler. Neden bu ayrılıklar ve farkındalıklar ortaya çıkmakta? Ayrı bir tartışma konusu. Ama holistik (bütüncül) düşünce tarzıyla denilebilir ki, sofra (yaşam) ekşisiyle, tatlısıyla ve içkisiyle güzeldir.
Montaigne insanın, insanlığın ahlâkî değerlerini araç değil, amaç sayan öğretinin kurucularındandır. Denemelerinde kendini inceleyerek algılamaya, anlamaya ve anlatmaya çalışmış, insanın ve insanlığın değerlerine ulaşma çabasını yansıtmıştır. Şöyle ki: “Kimi insan ile kimi insan arasındaki uzaklık, kimi insan ile kimi hayvan arasındaki uzaklıktan daha
büyüktür. Ama insanları değerlendirmeye gelince, ne tuhaftır ki varlıklar içinde kendi değerleriyle ölçülmeyen bizleriz. Örneğin: Bir atı güçlü ve çevik olduğu için överiz, kuşamıyla değil. Bir tazı koşmasıyla övülür, tasmasıyla değil. Bir kuş kanadıyla övülür, püskülleri ve çıngıraklarıyla değil. Peki, niçin insanı da kendinin olanla değerlendirmiyoruz? “İnsanı da kendi değeriyle ölçmeli, süsü püsüyle değil!” derken, bir kitabı dış kapağına göre seçerek değerlendiren, salt dış görünüşe önem veren, toplumun bazı kesimlerine de anlamlı mesajını iletmektedir.
Yeri gelmişken kitap seçmenin de ötesinde, tanımadığımız biriyle karşılaştığımızda genelde ilk bakışta, ilk birkaç dakikada edindiğimiz izlenime göre onu değerlendirdiğimizi söylemeden geçemeyeceğim. Ama bir insanı anlamak demek, onun koşulları içinde değerlendirmektir. Yoksa hiç kimse bir hâkim ya da Tanrı gibiymişçesine, bir diğerini yargılamak hakkına sahip değildir. İşte bu bakış açısıyla, Bernard Shaw insanları üçe ayırır:
Bir şeyleri gerçekleştirenler,
Gerçekleşen şeyleri seyredenler,
Gerçekleşen şeylere hayret edenler.
Bir de olan bitenin farkında bile olmayanlar…
Eğer farkında ve fark yaratanlardan olabilirsek, yaşamımıza bir değer, varlığımıza bir anlam katabilirken hem kendimizin hem de başkalarının hayatında olumlu ve yararlı değişimler yaratabilir, bilgelik yolunda çizilen patikada emin adımlarla ilerleyebiliriz.
Ama bu ilerleyişte hayat, hep sanki yokuş tırmanıyormuşuz gibi gelir. Orta yaşla birlikte ancak aşağıya inmeye başladığımızı hissederiz. Oysa bu bir yanılsamadır. Hiçbir yere tırmanmıyoruz, sadece iki boşluk arasında ilerliyoruz. Nedense ilk boşluktan (doğumdan) sonsuza geçişi (ölümü) ölesiye korkutucu ve sorunlu buluruz. Bu açıdan bakıldığında, ölümcül hastalıklara yakalananların, hayatlarını daha anlamlı yaşamaya başladıkları ve yaşam önceliklerini değiştirdiklerinin ayırdına varmaları tesadüf değildir.
Nitekim Montaigne de insanların daha verimli olması için çalışma odalarının mezarlığa bakması gerektiğini söyler. Ne dersiniz?
Yaşamın Kıyısından
“Kendiniz dışında biri olmaya çalışırsanız başarısız olursunuz. Sabah kalktığı andan gece yattığı ana kadar ne yapmak istiyorsa onu yapan insan başarılı olur.” Bob Dylan
Olay ve olgulara hep kendi penceremizden baktığımızdan pek azımız bunu başarabiliyoruz. Bu bağlamda diyebiliriz ki, Her insan kendi penceresinden bakar yaşama… Görüş alanının genişliği, açtığı pencerenin büyüklüğüyle orantılıdır. İnsanlar arasındaki görüş farklılıkları ise, sadece bu pencerenin açıldığı yönle ilişkilidir.
Ama bu yön ve bakış açılarının da “alma-verme” veya “konuşma-dinleme” gibi dualite içerdiğini fark ettiğimizde yaşamın gerçeklerine doğru hamleleri algılamamız olasıdır.
Örneğin bu ikiliklerden biri olan “konuşma-dinleme” olgusunda şunu fark etmemiz uzun sürmez: Eğer herkes konuşmadan önce sözlerini tartsaydı ve yalnızca söylemek istediğinden emin olduğu şeyleri bir yere yazsaydı, uzun sessizlikler olurdu ve çoğu hiçbir şey yazamazdı… Değil mi?
Ama fazla değil, iki kişi bile yan yana gelip konuşmaya başlasa, biri ötekine neredeyse sözü vermeyecek şekilde “lafı yere düşürmez” ve dinleme erdemini dikkate almaz. Neredeyse nefes almadan konuşur ve araya girmeye çalıştığınızda da terslenirsiniz!
Size tanıdık gelmedi mi bu davranış?
Schopenhauer’in “Yaşam Çağlarının Farklılığı Üzerine” yaptığı insana ilişkin değerlendirmesinde, yaşamın gerçekleri üzerine bakın ne anlamlı bir betimleme yapmakta:
“Yaşamımızın sonuna doğru bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı ana benzer bir durum ortaya çıkar. Şimdi artık, yaşamımız boyunca ilişkimiz olan kişilerin gerçek yüzlerini görürüz… Ama asıl tuhaf olanı, insanın kendi kendisini bile ancak yaşamının sonuna doğru tanıması ve anlamasıdır. Yaşamı, nakış işlenmiş bir kumaşa benzetebiliriz: herkes, yaşamının ilk yarısında bu kumaşın ön yüzünü, ama ikinci yarısında ise arka yüzünü görür: arka yüzü o denli güzel değildir ama öğreticidir; çünkü ipliklerin bağlantılarını görmemize izin verir.”
Nakış işlenmiş yaşamlarımızın kumaşının genelde ön yüzüne bakmamız, fazla şüpheci ve meraklı bir şekilde kumaşın arkasını çevirmememiz salık verilmiştir bizlere. Ama yine bazıları, kumaşın arkasını çevirmeye istekli olmasa da gerçeğin arayışındaki çok az insan kumaşın arkasını çevirir, oradaki ilmekleri araştırır, sorar ve farklı bakar yaşamına. Bu analojik yaklaşımdaki gibi, arkalı-önlü olarak yaşam kumaşına bakarken kişi yaşamında verirken bazen alır, alırken de bazen verebilir. Bir bakıma bu olgu, yaşamı, iki yönlü madalyon veya kılıç metaforu olarak da değerlendirmektir. Yani, birey, alır-verir, öğrenir-öğretir, yönetir-yönlendirilir vb.
Bu konuda toplumda yaygın bir özdeyişi hepimiz biliriz: “Almadan vermek Tanrıya mahsustur.” Bunun tek istisnası, anne karnında fetüsün geçirdiği 9 aylık süreçtir. Anneden sevgi alır, gıda alır ve beslenir. Yinelemek ve altını çizmek gerekirse: Ancak verebilmek için de verilecek olgu ve nesnenin o bireyde var olması gerekir. Olmayan şey verilemez. Ör: sevgi yoksa sevgi, bilgi yoksa bilgi, etik değerler yoksa etik değerleri, paranız yoksa para veremezsiniz!
İnsan yaşamına buradan yaklaşıldığında, “Almak mı yoksa vermek mi daha değerli?” sorusu tarih boyunca sorulagelmektedir. Yaşamlarımızda hep alıcı ve verici olmayıp bu ikisi arasındaki dengeyi de kollayıp korumak önemli. Bu iki edim arasında (almak-vermek) dengeyi ve kararlılığı sağlayıp devam ettirebilmek, kişisel bütünlüğü sağlamada önemli bir etkendir. Kanımca, her iki olgu da birbirinde ayrılmaz bir bütündür. Bazen birey ihtiyacı olana vermek ister (sevgi, bilgi, maddiyat vb.) ama karşı tarafta alacak kimse yoksa ne işe yarar? Yani Alacak kimse yoksa siz isteseniz bile, tek taraflı bir verme eylemi de gerçekleşemez.
Zaman ve Yalnızlık
“Boş zaman diye bir şey yoktur, boşa geçen zaman vardır.” Tagore “Zamanlarını en kötü şekilde kullananlar, zamanın kısalığından en çok şikâyet edenlerdir” derken şu gerçeğinde altını çizmek gerekir: Ülkemiz toplumu olarak, yinelemek isterim ki, kitap okumayı sevmiyoruz. Bahanemiz ise her zaman aynı: Boş zamanım yok! Bu konuda Zeynep Oral’ın farklı bir değerlendirmesi temayla tam da örtüşmekte: “Boş zamanım yok ki kitap okuyayım, diyenlere benim yanıtım hep şöyle oldu: Zaman denilen şey çanak çömlek değil ki boşu, dolusu olsun! Zaman yaşanılan bir süreçtir. O süreci nasıl değerlendireceğimiz bize bağlıdır; boşaltırız da doldururuz da… Akıp giden zamanın en dolu olanı, okuyarak ‘geçirilen’ değil; okuyarak çoğaltılan zamandır.”
Okuma üzerine dikkate değer bir paylaşımda, “Bir kitapta her şeyi bulan, bütün kitapların düşmanıdır. Her şeyi bulduğu kitabın bile” demekte Sabahattin Eyuboğlu. Bu nedenle “Bir kitap okudum hayatım değişti” sözü doğru olamaz. Yaşamlarımızı ve beyin çölünü aşmamızı bir kitap değil, birçok kitap yavaş yavaş değiştirebilecektir ancak… Yukarıda da ifade edildiği gibi: “ama yeterli zamanım yok ki kitap okumaya ve dolayısıyla okuma için yalnız kalmaya!” dediğinizi duyar gibiyim. Denilebilir ki, hayatta her şeye zaman ayırabilecek ZAMANIMIZ hep vardır.
Zaman bizlere karşılıksız olarak; ama hiçbir zaman biriktirilmemek üzere –akıllıca ya da aptalca bu bize kalmış- harcayalım diye verilmiştir. Geçen zaman gitmiş yok olmuştur. Ve çırpınışlar onu geri getiremez. Şair Henry Van Dyke’n aşağıdaki sözcükleri bir bakıma zamanla olan bu ironik ilişkimizi anlatır:
“Zaman, geçmesini bekleyenler için çok yavaş,
Korkanlar için çok hızlı,
Üzülenler için çok uzun,
Sevinçli olanlar için çok kısa,
Ancak, sevenler için, zaman yoktur.”
Yaşamlarımızda yeterli “Zaman”ı bulup da oradan “Yalnızlık” olgusuna evrilmeye geçelim.
Çağımız insanının yalnızlığında tek başına olmaktan duyulan korku vardır. Bizim kültürümüzde bireyin yalnız olduğunu dile getirmesi yadırganmaz. Yalnızlığı dile getirmek, tek başına olmanın kötü bir şey olduğunun açıkça itiraf edilmesidir sadece. Bazen “her şeyden biraz olsun uzaklaşmak” için kendi köşesine çekilmek isteyen bireyi çevremiz hoşgörüyle karşılar. Ancak bir partide tek başına olmaktan zevk aldığını söyleyene garip bir yaratıkmış gözüyle bakılır.
İnsan sadece iki yerde yalnızdır; doğarken ve ölürken. Bu iki durumun arasında yaşanan bir yalnızlık, insanı insan yapan değerler açısından doğaya aykırıdır. Bu nedenle çocuklarımıza bırakabileceğimiz en önemli miras, her zaman arkasında durabilecek bireylerden oluşmuş bir aile yapısı; onu tehlikelerden koruyacak, gelişmesine destek olan bir dost, arkadaş ve meslek çevresi olacaktır.
Yalnızlık hissini yaşayanlar kendilerini, zayıf, güçsüz arkadaşsız hissederler; çevre onlardan, o çevreden uzaklaşmıştır ve ilgisizdir. İnsanları, vefasız ve güvenilmez görürler, hayatta desteksiz olduklarını, güçsüz olduklarını kabul ederler.
“Eğer yalnızlıktan korkuyorsanız, evlenmeyin!” diyen Çehov’un sözleri de dikkate değer olsa da aile ortamının ve evliliğin insanları nasıl olumlu yönde etkilediği ve pandemi döneminde aile dayanışmasının bizleri nasıl motive ettiğini yaşayarak öğrendik.
Bu açıdan bakıldığında, hangi yaşta olursak olalım sosyal toplum dokusundan kopmamaya çalışmalı ve hayata asılmalıyız. Her yaşın yapılacak anlamlı güzellikleri ve doyumu vardır.
Sonuç
Evreni ve yaşamın anlamını değerlendirebilme yetisine sahip tek varlık insandır. Ona bu yetiyi sağlayan özü ve cevheri oluşturan ana kaynak ise, insanın benliğinde yorumlanabilen kendi Mikrokosmos’u, yani kendi içinde var olan bireysel boyuttaki evrenidir.
İşte Wiesel, “Coşkun Ruhlar” adlı kitabında bu konuya çok anlamlı bir vurgu yapmakta: “Ölüp Tanrı katına çıktığımız ve Yaratıcımızla karşılaştığımız zaman, Yaratıcımız bize neden bir Mesih olmadın diye sormayacaktır. Filan şeyin çaresini neden bulmadın diye de sormayacaktır. O kutsal anda, bize sorulacak tek soru, neden kendin olmadın, olacaktır.”
İnsanın toplumsal bir varlık olduğunu çok anlamlı bir biçimde vurgulayan Çağdaş İtalyan yazar ve film yapımcısı Luciano de Crescenzo’nun “Biz insanlar, hepimiz birer tek kanatlı meleğiz; sadece birbirimize sarılarak uçabiliriz.” şeklindeki sözlerinden yola çıkarak, bireyin kendini tanıması ve sonra da tanıdığı kendini bilmesi çabası, toplumsal boyutta pek bir işe yaramaz; bu bilginin diğer insanlarla da paylaşılması, dahası diğer insanlara yarar sağlaması da gerekir. Bu yönüyle konuya yaklaştığımızda, sadece birey olarak kendimizi bilmemiz yetmez. Toplum içinde bizimle birlikte yaşayan başkaları da (öteki) kendini tanımalı ve bilmeli ki, bir sinerji yaratarak, toplumsal hedeflere doğru yönelebilelim.
Sonuçta anlamlı bir yaşam için diyebiliriz ki, kişi kendini tanımakla hem diğer insanları hem de YAŞAMI ve hatta EVRENİ tanır.
Yazar Halit Yıldırım, Antalya, 14 Şubat 2022
Kaynakça:
- Erwin Chargaff- Yaşamın Ne Olduğunu Hiçbir Bilim İnsanı Bilmiyor.
- Öner Yağcı-İnsan ve Kitap-Cumhuriyet Gazetesi (Aralık 2020)
- Schopenhauer-Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine-Parerga ve Paralipomena-1851.)
- Sissela Bok-Mutluluğu Keşfetmek (Aristoteles’ten Beyin Bilimine-2015
- Theodore Zeldin -Hayatın Gizli Hazları-The Hidden Pleasure of Life-Ekim 2016