Zoonoz ve Homo Sapiens
Sağlıklı yaşama, özgürlük ve mutlu olmak insana bahşedilmiş Tanrısal bir haktır.
Dünya tarihi incelenirken hep kavimler, onların kurdukları devletler, imparatorluklar ve bunların aralarındaki savaşlar ile kahramanlık öyküleri göz önüne getirilir. Bütün bunlar, özellikle kültür savaşlarının yoğun olduğu XX.YY’da artık boyut değiştirmek suretiyle tüm insanlığı tehdit eden bir pandeminin varlığı ile farklı bir döneme evrilmektedir. Daha evvel bilinen, ama geniş kitlelerin adını bile duymadığı bir virüs dünyayı değiştirmeye başlamıştır. Şurasını hemen belirtmek gerekir ki, insan türünün ve oluşturduğu uygarlığın, Covid 19 dışında pandemi yapabilecek başka potansiyel virüslerin de tehditi altında olmadığını kimse söyleyemez. Bu durumda da özellikle bilimsel tıp çerçevesinden yaklaşımın yanında sosyo-politik ve ekonomik bakış açısı ile desteklenmiş felsefi bir bakış açısının daha sağlıklı olacağını söyleyebiliriz. Bu değerlendirmeyi yaparken zoonoz kavramını da akılda tutmak ve zoonozlarla yaşamayı kanıksamak gerekecektir.
Zoonoz Kavramı
şartlarda hayvanlardan insanlara geçen hastalık anlamındadır (çoğ. olarak zoonosis).[1] Bu kavrama XX.YY başlarında ilk defa Sir William Osler dikkati çekmiştir. Ciddi bir halk sağlığı sorunu olan bu olgu veteriner tıp bilimi ile disiplinler arası sağlam bir işbirliğini gerekli kılar. Tarih boyunca, veba, tübeküloz, şarbon, brucella, kuduz, ruam hastalığı vb. en bilinen örneklerdendir. İnsanlık tarihi kadar eski olan zoonosis zaman zaman uygarlığın gelişimini etkileyecek şekilde tarihi olaylara yön vermiştir. Ancak, zoonosis kavramının altta yatan nedeni ile tanımlanabilmesi, bilimsel tıbbın kurulmasından sonra şekillenerek rasyonalist ve pozitivist temellere oturtulmuştur. Zira hastalıkların oluşumunda rol oynayabilecek göz ile görülmeyen bir takım canlıların tanımlanabilmesi için mikroskobun geliştirilmesi sürecinde Leuwenhook ile başlayan süreç, Louis Pasteur’ün kuduz mikrobunu tanımlamasıyla bambaşka bir yöne evrilmiştir.[2] Bu sayede zamanla, asepsi-antisepsi kavramı gelişmiş, cerrahi girişimlerin sayısal olarak, anestezi uygulamalarıyla da XIX.YY’ın ilk yarısının sonlarına doğru artmasına koşut olarak enfeksiyonların da sık görülmeye başlamasıyla bir takım ilkelere bağlanmıştır. Ancak hiç şüphesiz antibiyotiklerin yaygın olarak cerrahi uygulamalar dışında da enfeksiyonların sağaltımında A.Fleming’ten itibaren yaygın olarak kullanılmaya başlaması bu konuda en önemli gelişmelerden birisi olmuştur.
Virüslerin bakteriler dışında bir hastalık etkeni olarak tanımlanmasının ise son yüzyılın en önemli bilimsel devrimlerinden birisi olduğunu da yadsıyamayız. Peter Medawar tarafından virüslerin “capsid/zarf” adı verilen bir protein yapıyla çevrili DNA parçası olduğunu şeklindeki tanımlaması gerçekten de bu konuda bir çığır açmıştır. Virüslerin nükleik asit parçası olduğu tanımıyla başlayan gelişmeler, elektron mikroskopisi teknolojisinin ilerlemesiyle onların daha detaylı tanımını sağlamakla kalmamış, bu konudaki gelişmeler okaryot ve prokaryot hücrelerinin DNA yapısı ve genetik dizimi ile ilgili çalışmalar ile paralel yürümüş, ultrastrüktürel ve moleküler düzeyde bilgilerimizin daha da artması sağlanmıştır.[3] Hiç şüphesiz, zoonoz nedeniyle oluşan salgınlar tarihin akışını değiştirecek kadar derin etkiler de yaratmıştır. Ancak insanlığın elinde hastalıkların meydana gelişi ile ilgili yeterli bilimsel bilgi birikiminin olmadığı devirlerde, salgınlar ve hastalıklara bağlı ölümler soyut bir takım varlıklara, Tanrı’nın gazabına vb atfedilmiş ya da doğrudan bazı hayvanlar neden olarak görülmüştür. Sağlanan bir çok bilimsel gelişmeye rağmen kimi çevrelerce hala geçmişe dair bu soyut büyüsel düşünce izlerine hala rastlamak mümkün olmaktadır.
Mikroorganizma Kavramı
ki mikroorganizmaların adı verilen çıplak gözle görünmeyen bir takım etkenlerin hastalık nedeni olduğu konusu özellikle XVI.YY’dan itibaren bilimsel tıbbın kurulmasından sonra sağlanan gelişmeler ile olmuştur. Gerçekten de genel anlamda bakıldığında antik çağlardan beri, iç güdüsel-ampirik-büyüsel bir evrim geçiren tıbbi bilgi XVI.YY’dan itibaren bilimsel tıp aşamasına geçmiştir. Bununla beraber, tıbbi bilginin bilimsel aşamaya felsefi tıp bilgisi aşamasından sonra geldiğini ifade eden yazarlar da vardır. Bu konuda özellikle XX.YY’daki gelişmeye başlayan bilim felsefesi olgusu göz önüne alındığında, felsefe ve bilimsel tıbbın bir kronolojik temelli hiyerarşi içerisinde değerlendirilip değerlendirilmeyeceği konusu ise tartışmalıdır.[4],[5] Böyle bir değerlendirmeden ziyade bilimsel tıbba, felsefi yaklaşımın tababet mesleğinden ayırt edilemeyeceği sonucuna varmak daha mantıklı gibi görünmektedir.
Şimdi tekrar mikroorganizmalar konusuna kısaca dönecek olursak, bilimsel tıbbın gelişmeye başladığı XVI.YY’ın bu konuda bir dönüm noktası olduğunu belirtmek zorundayız. Nicolaus Copernicus ile başlayan insan merkezli bilimsel kozmoz tasarımı, makrokozmozu incelemek için teleskopu zorunlu kılmaktaydı. Ancak bilgi çağının başlamasıyla relativite düşüncesine dayalı bir mikrokosmos kuramı yine insan merkezli antropokozmik kader tasarımının bir parçası olarak karşımıza çıkmıştır. İşte burada bilimsel tıbbı yaratan iki yön dikkatimizi çeker. Bunların ilki teorik olan kısmı, diğeri ise onun pratik olan bileşenidir. Her ikisi de, zamanla farklı alanlarda bilgi ve deneyim sahibi kişilerin uyum içinde çalışması gereğini zorunlu kılarak hem zanaat hem bilim olarak bu pratik ve teorik bilgi birikimi “multidisipliner bilimsel tıp” kavramını yaratmıştır. Günümüzde artık, özellikle ilk olarak bakterilerin tanımı ile başlayan mikroorganizma kavramı, genetik bilimindeki gelişmeler ve elektron mikroskopisi teknolojisindeki ilerlemeler sayesinde, salgınların nedenleri olan etkenler olarak daha net tanımlanarak ortaya konmaktadır. Bir zamanlar sadece bakteriler ve parazitlerin sorumlu tutulduğu zoonotik hastalıklara XX.YY’dan itibaren günümüzde viral etkenlerin de yol açtığının anlaşılması üzerine, zoonotik hastalıkların yeni tanı alan hastalıklar içindeki oranı %70 gibi yüksek oranlara çıkmıştır.[6]
Salgın Kavramı
Buraya kadar bilim ve bilimsel tarih bağlamında tıbbın hem insana ve insanlığa hem de doğaya sundukları konusunda bir sorunsal ile karşılaşıyor gibiyiz. Öte yandan, yukarıda özetlemeye çalıştığımız mikroskobik ve genetik çalışmalar moleküler biyoloji alanında ciddi gelişmelere neden olarak, immünoloji dediğimiz bağışıklık sisteminden ve kanser hastalığının mekanizması ve tedavisine kadar da bir çok önemli ilerlemeler sağlamıştır. Özellikle 1970’li yıllardan bu yana gelişmeler farmakoloji ve aşı teknolojileri boyutunda çeşitli ülkeler arasında dikkate değer bir yarış halini almıştır. Özellikle bilgi üretme bağlamında 1980’ li yıllardan itibaren de üniversitelerin bünyesinde artan ve özel girişimcilere ait enstitüler ve teknokentler ile de gelişen işbirliğinin zorunlu kıldığı multidisipliner çalışmalar sayesinde tıbbi bilgi ve teknoloji üretimi gittikçe yaygınlaşmıştır. Bu sayede çok uluslu şirketler, sisteme finansal destek bağlamında gittikçe artan bir oranda dahil olmuş, bunun sonucunda bilimsel araştırmalar küresel piyasalarda kar beklentisi olacak şekilde ön plana çıkmış, bunun doğal sonucu olarak da aralarında uluslararası bir rekabet ortamı meydana gelmiştir. Özellikle eş zamanlı olarak, ilaç ve aşı teknolojilerinin belkemiğini oluşturan genetik ve moleküler biyoloji alanındaki çalışmalar hız kazanmıştır. Bunun sonucunda uluslararası sermaye gruplarının rekabet ve kar bağlamında özel bir ilgi alanına girmek suretiyle, küresel planda bir çok yatırımlar yapılması zorunlu olmuştur.
Açıkça ifade etmek gerekir ki virüslerin neden olduğu zoonotik salgınların, gerçekten insan sağlığını tehdit eden ciddi olaylar haline gelmesini bu gelişmeler bağlamında değerlendirmek zorunludur. Ancak konu hakkında yeteri kadar dikkati çeken araştırma ve çalışmaların sayısı oldukça kısıtlıdır. Örneğin 1919 yılında I. Dünya Savaşı sonrası görülen İspanyol Gribi dünya nüfusunun neredeyse dörtte birinin ölümüne neden olmuş bir viral zoonoz olup çok ciddi bir küresel tehdit haline gelmiştir. Daha sonra yayılma ve öldürme kapasitesini insan, domuz ve kuş türlerinde hastalık yapabilecek şekilde mutant hale gelerek 2009 da bu defa daha büyük boyutta insanlığın karşısına ikinci bir tehdit olarak ortaya çıkmıştır.[7]
Ancak buna rağmen son Covid-19 pandemisine değin, özellikle 1990 yılında SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan tüm dünyayı etkileyen tek kutuplu olduğu izlenimini veren yeni dünya siyasetindeki baş döndürücü değişiklikler H1N1 salgını ve bölgesel bazı yüksek mortaliteli virüslerin neden olduğu zoonotik salgınlar maalesef tüm dünyanın yeteri kadar ilgi odağı olmamıştır. Bunun en önemli nedeninin özellikle salgının Çin’e atfedilmesi ve Wu Han kaynaklı olarak değerlendirilmek suretiyle ABD’de başkan Donald Trump tarafından uluslararası literatüre sokulan “Ticaret Savaşları”nın ortasına denk gelmesi, bir çok komplo teorisyenlerine de malzeme oluşturmaya devam etmektedir. Bu konuya değinmeden önce salgınların sadece dünya siyasetini değil ekonomik dengeleri ve nüfus hareketlerini derinden etkileyebileceği gerçeği ile bir kez daha yüz yüze olduğumuz akılda tutulmalıdır. Gerçekten de Covid-19 pandemisi öncesinde, bu bağlamda dünya siyasetinde özellikle otokrasi tartışmaları başlamış ve bu konuda özellikle beş ülkenin Türkiye ile birlikte Rusya, Çin başta olmak üzere, Filipinler ve Macaristan gündemin başına oturtulduğu dikkatten kaçmamaktadır.[8]
Kanaatimizce dünya üzerinde pandemi yaratan Covid 19 virusunun tek tehdit olarak değerlendirilmesi ise oldukça yeknesak bir bakış açısıdır. Özellikle Batı Afrika kıyılarından başlayarak, Kuzeydoğu Afrika, Arabistan yarımadasının güneyinden geçerek Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan tropikal ve subtropikal kuşakta Nipah, Dang Ateşi, Ebola, Hanta virusları gibi potansiyel tehlike yaratan virusların halk sağlığı için tehdit olduğu gayet iyi bilinmektedir. Bütün bunların, özellikle gelir dağılımın bozuk olduğu bir çoğu otokratik yönetimlerin egemen bulunduğu ülkelerin oluşturduğu ılıman iklim kuşağında olması dikkate değerdir. Ayrıca buralarda gece-kondulaşmanın başı çektiği çarpık kentleşme, ormanların tahrib edilmesine de neden olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bunun sonucu olarak doğal bitki örtüsü bozulmakta bir çok türün, başta meyve yarasaları (Pteribius Fruitt) olmak üzere özellikle banliyölerde ve orman sınırlarında insanlar ile temasının artmakta olduğu görülmektedir. Bu temas, özellikle bu bölgelerdeki düşük gelir düzeyli insanların ana besin kaynağının, kötü hijyenik koşullardaki çiftlik hayvanlarının taşıyıcı olduğu ilginç bir durum yaratmaktadır. Daha evvel hatırlanacağı üzere özellikle yarasalar olmak üzere bazı yabani memeli türlerinin doğal taşıyıcısı olduğu virusların başında Nipah virüsü gelmektedir. Örneğin oluşabilecek bir Nipah pandemisinin insanlık için daha büyük bir kırım nedeni teşkil etmeyeceğini kimse göz ardı etmemelidir.
Bu durumda köylerden kente anormal göçlerin yarattığı gecekondulaşma ve çarpık kentleşmenin kalabalık nüfus barındıran metropollerde beklenmedik epidemilere yol açabileceği gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzu akılda tutmak zorunluluğu oluşmuştur. Günümüzde gittikçe artan, ulusal ve uluslararası hava yolu taşımacılığı ise endemik etkenlerin, epidemiye ve Covid 19 örneğinde olduğu gibi küresel bir tehdit oluşturarak pandemiye yol açması tehlikesini yaratmaktadır.
Burada bambaşka bir sorun ile karşı karşıya kalındığı artık bir çok otorite tarafından yüksek sesle dile getirilmektedir. Bu bölgelerde, salgınların küresel bir krize dönüşmemesi için yerel yönetimlerin Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) başta olmak üzere uluslararası kuruluşlar ile küresel işbirliği yapması şarttır. Ancak bunun en önemli bileşeni ise doğru veri aktarımları ile ulusal bilgi toplama ağının uluslararası sağlık enformasyon ağına şeffaf katılımıdır. Ancak endemik zoonotik viral etkenlerin halk sağlığını tehdit ettiği tropikal ve subtropikal kuşakta yer alan bir çok devletin otokratik yönetimler altında olması göz ardı edilemeyecek ciddi bir sorundur. Bu tip devletlerdeki yönetimler, siyasal menfaatlerini ön planda tutarak kendi halkları ve dünya sağlığını hiçe sayarcasına dezenformasyon yapmakta, vaka sayıları ya az gösterilmekte ya da bildirilmesinden kaçınılmaktadır. Bireysel iktidarlarının sürdürülebilirliği uğruna kendi halklarını tehlikeye atmakla kalmayan otokratik yönetimler, salgının küresel bir tehdit haline gelmesinde çok ciddi sorumluluğa sahiptirler. Zoonotik virüslerin halk sağlığını tehdit ettiği aşikar olan bu ülkelerde çarpık kentleşmenin en önemli nedeni doğal yaşamı tehdit edercesine ormanların katledilmesi ve buradaki önemli canlı florası olan habitatın, viral vektörlerin ara konakçısı haline dönüşerek, şehirlerde çiftlik hayvanlarına bulaşa neden olması söz konusudur. Zira bizim ülkemizde olduğu gibi bu tip ülkelerde, ekonomi ağırlıklı olarak inşaat sektörüne dayandığı için doğal yaşamın katledilmesi de artık gayri ahlaki boyutlardadır. Siyasal ve sosyal olayların tetiklediği nüfus hareketlerinin zoonotik pandemiler için bu içi içe geçmiş yaşam sahalarında kolaylaştırıcı etken olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.
Bu nedenle, zoonotik salgınlar içerisinde viral zoonozlara özel bir önem atfetmek mecburiyeti vardır. Zira virüslere karşı geliştirilen antiviral ilaçların, bakterilere karşı geliştirilen antibiyotikler veya paraziter enfestasyonlara karşı geliştirilen antiparaziter ilaçlarda olduğunun aksine, viruslara karşı tedavi edici etkinliğinin gücü tartışmalıdır. Özellikle viral zoonozlar ciddi anlamda insan gücü kaybı ve kuşkusuz ekonomik sorunları beraberinde getirmektedir. Dünya Bankası 2001-2010 yılları arasında sadece zoonozların, 200 milyar dolar ekonomik kayba neden olduğunu bildirmiştir. Halen yaşamakta olduğumuz Covid 19 salgınının bir zoonoz olduğu gerçeği akılda tutulmalıdır, Bu bağlamda neden olduğu küresel ekonomik kriz ise bu durumun en somut yaşanan örneği olmaktadır.
Hiçbir ülke dünya üzerinde böyle bir pandeminin varlığında mevcut durumu bir fırsata çevirme yarışına girmemelidir, bu kesinlikle tıp ve bilimsel etiğe aykırı bir tutumdur. Geçmişte Coronavirus türevlerinin neden olduğu iki salgın yaşanmış olması, Özellikle de geri kalmış ülkelerde, gelecekte olası bir salgına ve onun ekonomik sonuçları konusunda uyarıcı olmadığı gibi tedbir alınması yönünde de önleyici bilimsel stratejilere aykırı eylemlerin ısrarla devam etmesi ibret vericidir.
Bilindiği üzere, bunlardan ilki 2002-2003 yılları arasındaki SARS-CoV, diğeri ise 2012-2013 yıllarındaki MERS-CoV salgınlarıdır.[9] Viral zoonotik bir salgın tehditinin en önemli işareti olan bu salgınlara rağmen ülkemiz başta olmak üzere birçok geri kalmış ülkede yeteri kadar tedbir alınmaması bir tarafa, bizde 1998 yılında aşı üretimine son verilerek, 2009 yılında da Hıfzısıhha Kurumunun kapatılması, kanaatimizce planlı bir küresel hareketin ülkemizdeki en önemli bilinçli ve stratejik uygulamasıdır.
özellikle, “The Centers for Disease Control and Prevention (CDC)-ABD hastalık kontrol ve önleme merkezi aşı konusunda kilit rol oynamaktadır. Rockefeller grubu ve Bill Gates, bu konuda önemli rollere sahip olmuş isimlerdir. Bu nedenle sosyo-ekonomik anlamda değerlendirilmesi gereken aşı üretim ve arzı konusu, konvansiyonel ve nükleer silahların yanında, uluslararası bloklaşma ve ciddi uluslararası politik rekabete neden olmaktadır. Covid 19 pandemisinde, bu rekabet daha belirgin hale gelmiştir. Maalesef aşı üretiminde dayatılan patent zorunluluğu geleneksel aşıların ulusal düzeyde üretimine son verdirtilmek suretiyle, kuruluşundan beri Türkiye gibi bu konuda ciddi sermaye ve iş gücü yatırımı yapan ülkeleri aşıda tamamen dışa bağımlı hale getirmiştir. Türkiye’nin aşı giderleri 2005 yılında 18 milyon dolarken, 2018 yılında yani Covid 19 pandemisinden hemen önce 300 milyon dolar dolaylarındadır.[10] Öte yandan, AB’nin 2015-2017 yılları arasında, 3.0 milyar dolar yardım vaadiyle adeta bir mülteci kampı haline getirilmek istenen Türkiye, artan nüfus ile birlikte aşı giderlerinin daha da arttığı gerçeği ile karşı karşıyadır.[11] Zira bu yardım programında, mültecilerin devlet sistemlerine entegre edilme sürecinde sağlığa ayrılan pay %15 olarak belirlenmiş olup ilgili AB komisyon raporunda aşılanan çocuk mülteci oranı 217 bin olarak verilmektedir. Bunun mevcut nüfus için yeterli olup olmadığı bir yana, nüfus artış ve Covid 19 pandemi hızı göz önüne alınırsa Türkiye Bütçesi’ne ek mali yük de getireceği rahatlıkla söylenebilir.
Gürülmektedir ki, gelinen noktada, Covid 19 pandemisi sürecine hazırlıksız yakalanmak bir tarafa zaten ekonomik yönden dışa bağımlı olduğu bilinen Türkiye’nin, aşı üreten ve geliştiren ülkeler tarafından sadece bir market olarak değerlendirildiği açıktır. İnaktif aşı konusunda bile Çin’den aşı beklemek zorunda olunması bir yana, Türkiye’nin uzun vadeli sonuçları henüz belli olmayan ve kullanımına hızlı bir şekilde onay verilen mRNA aşıları konusunda önemli bir market konumunda değerlendirilmesi gerçekten dikkat çekicidir. Örneğin, Alman aşısı konusunda ilgili şirket yetkilileri sık sık medyada açıklamalar yapmakta ve ilgili konsorsiyumun borsalardaki hisselerinin tavan yapması kaygısı ön plana çıkabilmektedir.
Bugün hala Covid 19 pandemisinin dünyada yeni bir sosyopolitik kutuplaşmaya neden olmadığı söylenemez. Bununla beraber DSÖ yetkilileri dahil bir çok araştırıcı bu pandeminin orijini hakkında çeşitli çalışmalar yürütmektedir. Bütün bu tartışmalar ayrı bir yazımızda geniş olarak ele alınacak olup komplo teorisyenlerine de malzeme oluşturacak kadar zengin olduğu dikkati çekmektedir.
Sonuç olarak “sağlık bir haktır” ilkesinin önemi, bu pandemiyle ve aşı çalışmaları sırasında finans kaynaklı ciddi bir küresel rekabetin varlığı ile daha da anlaşılır hale gelmiştir. Dünya başka viral pandemilerin gelecekteki tehdidine karşı hazır olmalıdır. Bu tehditin en önemli nedeni bozulan doğal denge, bitki örtüsü ve canlı habitatının değişmesi gibi görünmektedir. Böylece, çarpık kentleşme ve yabani hayat ile şehir yaşantısının iç içeliği bu sonucu kaçınılmaz kılmaktadır. Bu temasın doğal sonucu olarak ortaya çıkan beklenmedik pandemilerin kontrolü konusunda küresel işbirliğinin önündeki en önemli engellerin başında ise insan özgürlüğünü ve sağlığını hiçe sayacak şekilde bilgi akışını sağlıklı gerçekleştirmeyen, halkına ve dünyaya şeffaf davranmayan otokratik rejimler gelmektedir. İnsanlara Tanrı tarafından bahşedilmiş yaşama, özgürlük ve mutlu olma hakkı her şeye rağmen muhakkak sağlanmalıdır.
Yazar: Prof. Dr. Mahmut Can YAĞMURDUR, Genel Cerrahi ve Cerrahi Onkoloji Uzm. Ankara, 04 Nisan 2021, Güncelleme; 10 Nisan 2021
Kaynakça ve Dipnotlar:
[1]Dorland’s Illustrated Medical Dictionary, 26 th Edition, Saunders, 1985.
[2]Bilimler Tarihi, Stephen Mason, Çev.Umur Daybelge, TTK Yayınları, Ankara-2019.
[3]L.Möller, G.Holland, L.Maue, J Histochem Cytochem, 2020 Jun;68(6):389-402.doi: 10.1369/0022155420929438. Epub 2020 May 21. Diagnostic Electron Microscopy of Viruses With Low-voltage Electron Microscope
[4]Tıbbi Bilginin Gelişimi, Erdem Aydın, Dünya ve Türk Tıp Tarihi, Güneş Kitabevi, Ankara 2006.
[5]XX.YY Felsefe Tarihi, Christian Delacampagne, Çev.Devrim Çetinkasap, İş Bankası Yayınları, 5.Basım, İstanbul-2016.
[6]Burkle FM, Political İntrusions into the international health regulations treaty and it’s impact on management of rapidly emerging zoonotic pandemics-what history tells us, Prehospital and Disaster Medicine, April-2020.
[7]Gregory P, Rahman NM, Let YCG. Osler Centenary Papers Management of Pleural infection: Osler’s final ilness and recent advances. Postgrad Med J. 95 (1130), 656-659, 2019.
[8]Autocracy Now, Vol 98, Number 5, Foreign Affairs, September October, 2019.
[9]Konda et al., Potential zoonotic origins of Sars Cov-2 and insights for potantial future pandemics through one health approach, Cureus 12(6): e8932. DOI 10.7759/cureus.8932, 2020 .
[10]Küresel Salgın Hastalıklar ve Uluslararası Sağlık Örgütlenmeleri-Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye İlişkileri, Bekir Metin, Cilt 1, Türkiye Sağlık Vakfı Yayınları, Ankara 2020.
[11]Türkiye’deki Mülteciler için AB Yardım Mali Programı, AB Komisyon Raporu. Öngörülen yardım paketi FRIT anlaşması kapsamında taahhüt edilen projelerin Türk Hükümeti tarafından tamamlandığı denetlendikten sonra AB tarafından açılacaktır.