Liderlik ve Başarı

Liderlik ve Başarı

“Mutluluğun kapısı her zaman dışarıya doğru açılır.” Kierkegaard

“Tutunduğumuz bir şey bizi zayıflattı. Ta ki bunun bizzat kendimiz olduğunu anlayana dek” Robert Frost

Liderler bizler için kendilerinden bir şeyler verebilen kişilerdir. Zamanlarını, enerjilerini, paralarını ve hatta tabaklarındaki yiyecekleri bile. Bu yönüyle denilir ki: Liderlik edenler, kendileri yemek yemeden önce, gözetimi altındaki insanların doymasını sağlar. Bu, hizmet ettiğiniz kişilerin çıkarlarını kendi çıkarlarınızın önüne koymaktır.

Ancak, “Liderlik”, yöneticilik değildir. Yöneticilik, ikinci yaratımdır. Şöyle ki: Yöneticilik,

taban çizgisinde bir odaktır: Bazı şeyleri en iyi nasıl başarabilirim? Liderlik ise, tavan çizgisiyle ilgilenir: Başarmak istediğim şeyler nedir? Bu olgu, ünlü kişisel gelişim duayenleri Peter Drucker ve Warren Bennis’in deyişiyle şu şekilde ifade edilir: “Yöneticilik, işleri doğru dürüst yapmaktır. Liderlik ise, doğru olanı yapmaktır.”  Özetle, yöneticilik, başarı merdivenini tırmanmaktaki becerikliliği, liderlik ise, merdivenin doğru duvara dayalı olup olmadığını görmeyi gerektirir. İkisi arasındaki bu önemli ayrımı çabucak kavramak istiyorsanız, bir grup üreticinin vahşi bir ormanda baltalarla kendilerine yol açtıklarını hayal edin. Onlar üreticidir, sorun çözücüdür. Ağaçları keser, ormanın zeminini temizlerler. Yöneticiler, onların gerisindedir. Baltaları biler, işlem ve politika konularında el kitapları hazırlar, kas geliştirme programları ve balta sallayanlar için ücretlendirme programları hazırlarlar. Burada uygulama da ise lider, en ilerleme yönünde en yüksek ağaca tırmanarak etrafı inceleyen ve sonra da, “Yanlış ormandayız!” diye bağıran kişidir. Ancak işleri başından aşkın olan verimli üreticiler ve yöneticiler genellikle ne cevap verir, bilir misiniz? “Kes sesini! İlerliyoruz ya!” İşte bu yaklaşım bağlamında söylenen şu özlü sözü de bilirsiniz: “Tesadüfen başarılı olunabilir ama tesadüfen başarılı kalınamaz!”

Söz başarıdan açılmışken, ülkemiz gerçeğinde “Neden Başarılı Olamıyoruz?” başlıklı yazısında Erdal Atabek’in şu anlamlı saptamasını anmadan geçmek olmaz: (06 Temmuz 2015/Cumhuriyet Gazetesi)

*Konuşmayı çok seviyoruz ama dinlemeyi hiç sevmiyoruz.
*Bilmeyi seviyoruz ana düşünmeyi sevmiyoruz.
*Testi yanıtlamayı öğreniyoruz ama konuyu kavrayamıyoruz.
*Sonuçlara bakıyoruz ama nedenleri görmüyoruz.
*Önyargılıyız ama farkına varmıyoruz.
*Kompleksliyiz ama bunu kaşımızdakine yüklüyoruz.
*Bakıyoruz ama görmüyoruz.
*Duyuyoruz ama dinlemiyoruz.
*Bugünü yaşıyoruz ama yarını düşünmüyoruz.
*Kendimizi görmüyoruz ama başkalarını suçluyoruz.
*Hatalarımızı kabul etmiyoruz ama mazeret bulmada üstümüze yok.

İroniktir ki, ne kadar çok şeyimiz varsa, çitlerimiz o kadar yüksek, insanları uzakta tutmak için güvenliğimiz o kadar büyük ve paylaşma arzumuz o kadar az olur. Daha fazlasına olan arzumuz ve “halk” ile olan fiziksel temasımızın azlığı gerçekliğe karşı bir kopukluk ve körlük getirir.

Bürokratları sinir bozucu bulmamızın sebebi nedir? Onlar, sadece insanlara yardım etmek ve onları korumak için tasarlanmış kuralları insanları düşünmeden uygularlar. Diğer bir deyişle, umurlarında değilizdir. Hem insanlar hem de şirketler arasında başarılı ilişkinin bir algoritması yoktur. Güvenin gerçek sosyal faydası karşılıklı olmalıdır. Tek taraflı güven birey için de grup için de faydalı değildir. Yönetimin işçiye güvendiği ancak işçinin yönetime güvenmediği bir şirket neye yarar? Kadının erkeğe güvendiği ancak erkeğin kadına güvenmediği evliliğe güçlü bir evlilik diyemeyiz. İnsanların kendisine güvenmesini beklemek bir lider için güzeldir ancak lider insanlarına güvenmiyorsa sistem başarısızlığa uğrar.

Güvenin bireye ve gruba hizmet etmesi için paylaşılması gerekir.  Birbirimize güvenemesek ve birlikte çalışamasaydık, ne kadar zeki olursak olalım genç ve yalnız ölürdük. İlişkilerin içinde olmanın, aynı değerleri ve inançları paylaştığımız insanlarla çevrili olmanın veya başkası için bir şey yaptığımızda gelen anlık iyilik hissinin eğlencesini hiçbir zaman tadamazdık. Bizi ileri taşıyan şeyin zekâmız olduğunu düşünmekten ne kadar hoşlansak da her şey zekâ değildir. Zekâmız bize fikirler ve yönergeler verir. Ancak bunları başarmamızı sağlayan asıl şey işbirliği yapabilme yeteneğimizdir. Dünyada gerçek değeri olan hiçbir şey başkalarının yardımı olmadan tek bir kişi ile yapılmamıştır. Nitekim, daha az şeye sahip olduğumuzda, sahip olduğumuz şeyleri paylaşmaya daha açık oluruz. Bir bedevi kabilesi veya göçebe Moğol ailesi fazla şeye sahip değildir ancak paylaşmaktan mutluluk duyarlar çünkü bunu yapmak onların en iyi çıkarıdır. Eğer seyahatlerinizde onlara rastlarsanız, evlerini size açar, yemeklerini ve misafirperverliklerini verirler. Bu sadece iyi insanlar oldukları için değil; hayatta kalmaları paylaşıma dayalı olduğu içindir, çünkü bilirler ki başka bir gün onlar da yiyecek ve barınak arayan yolcular olabilirler.

Denir ki eğer sabah kalktığınızda canınızın ilk istediği şey bir içkiyse, alkolik olabilirsiniz. Sabah kalktığınızda ilk yaptığınız şey yataktan dahi çıkmadan telefonunuzu açıp e-posta okumak veya sosyal medyada gezinmek ise bağımlı olabilirsiniz. İyi hissetmek için bir doz kimyasala ihtiyaç duyuyor, o dozu verebilecek davranışları tekrar ettiriyoruz. Alkol ve kumar durumunda bunun farkındayız. Teknolojik aletlerimiz ve sosyal medyaya olan sevgimizde ise bağımlı olduğumuzun daha az farkındayız.

“Bir Ortodoks gibi yaşamadım, oysa saygınızı kazanmak için bunu her şeyden çok istemiştim.” diyordu Sally Field sahnede dikilmiş “Yürekte Bir Yer” filmindeki rolü için kazandığı Oscar ödülünü ellerinde sıkıca tutarken. 1985 yılıydı. “İlk başta hissetmedim” diye itiraf etmişti “ancak bu sefer hissediyorum ve şu an beni sevdiğiniz gerçeğini inkâr edemem, beni seviyorsunuz!” Sally Field’in hissettiği şey damarlarında akan serotonin kimyasalıydı. Serotonin gurur hissidir. Diğerlerinin bizi sevdiğini veya bize saygı duyduğunu algıladığımız zaman hissettiğimiz şeydir. Bizi güçlü ve kendine güvenli hissettirir, her şeyi başarabiliriz sanki. Özgüveni artırmasından çok statümüzü yükseltir.

Bugünkü Tema: Liderlik ve Başarı üzerine…

Simon Sinek’ın 4. Basımı Haziran 2025’te yayınlanan “Liderler En Son Yer” adlı eserini okuyup değerlendirdim. Bu safhada sadece öne çıkan bazı paragrafları aşağıda paylaşıyorum:

* Nasıl ki birine öylece mutlu olmasını söyleyip mutlu olacağını bekleyemezsek, birine sadece bize güvenmesini ve kendini o şeye adamasını söyleyip bunu yapmalarını bekleyemeyiz. Birisi bize karşı herhangi bir sadakat veya bağlılık hissetmeden önce yapmamız gereken birçok şey vardır.

* Canlı bir konser DVD’den daha güzeldir, bir futbol maçını tribünde izlemenin televizyonda izlemekten-televizyonda görüş açınız daha iyi olsa da-daha farklı hissettirmesi gibi. Bizim gibi olan insanların yanında gerçekten olmayı seviyoruz. Bu bizi ait hissettiriyor. Bir video konferansın bir iş gezisinin yerini asla tutamayacak olmasının sebebi de budur. Güven bir ekran vasıtasıyla değil, masada karşılıklı oturarak kurulur. İnsanları bağlamak el sıkışmayı gerektirir… ve teknoloji hâlâ bunun yerini alamamıştır. Sanal güven diye bir şey yoktur. Gerçek insan iletişimi kendimizi bir şeyin parçası olarak hissetmemizi, güven oluşturmamızı ve diğerlerini anlayabilme kapasitesine sahip olmamızı sağlar. Bu şekilde yenilikler yaparız. Bu nedenle evden çalışanlar her gün işe gidenler kadar bir ekibin parçasıymış gibi hissetmezler.

* Deniz Kuvvetlerinde yemek yemek için bir araya toplanırken, yemeğin astlara en önce, üstlere ise en son verildiğini fark edersiniz. Bu duruma tanık olduğunuzda bilirsiniz ki kimse bu konuda böyle bir emir vermemiştir. Bu, deniz kuvvetlerinin kendi arasında yaptığı bir uygulamadır. Bu çok temel uygulamanın kalbinde Deniz Piyade Teşkilatının liderliğe olan yaklaşımı yatar. Deniz kuvvetlerindeki liderlerin yemeği en son yemeleri beklenir çünkü liderliğin asıl bedeli, başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarınızdan öne koyabilmektir. Büyük liderler liderlik etme imtiyazı verildikleri insanlar ile gerçekten ilgilenir ve liderlik imtiyazının gerçek bedelinin kişisel çıkarın feda edilmesi demek olduğunu bilirler. Kısaca, iyi bir lider olmak için profesyonel rekabet yetersiz kalmaktadır; iyi liderler ilgilerine güvenen insanlar ile gerçekten ilgilenmelidirler. Umuyorum ki bu kitabı okuduktan sonra okurlar, her daim en son yiyen kişi olmak için ilham alacaklardır.

* Parayı insanın üstü olarak değil astı olarak görmek insanların doğal olarak işi daha iyiye taşımak için beraber çalıştığı bir kültür yaratmanın temelidir. İstikrarlı ve sürekli başarıyı yaratması için yapılması gereken şeyleri yapması için insanları yetiştirmek bir yetenektir. İnsanları iyi yapan şey en yukarıdaki emir veren zeki kişi değildir. En üstteki kişiyi zeki gösterenler işini iyi yapanlardır.

* Bazıları her daim başkalarını öne koymamız gerektiğine inanır-grubu gözetmez isek grubun da bizi gözetmeyeceğini söylerler. Bazıları da her zaman öne kendimizi koymamız gerektiğine inanır ve eğer öncelikle kendimize dikkat etmezsek kimseye yararımız olmayacağını düşünür. Gerçekte ise iki düşünce de doğrudur. Bu çıkar çatışması biyolojimizde bile görülebilir. Vücudumuzdaki dört temel teşvik hormonundan iki tanesi öncelikli olarak yiyecek bulmamız ve işleri halledebilmemiz için evrimleşirken diğer ikisi sosyalleşmemiz ve işbirliği yapabilmemiz için evrimleşmiştir.

* Bencil Kimyasallar Olmasa Açlıktan Ölebilirdik: Açken markete gitmememiz gerektiği yaygın olarak bilinen bir gerçektir. Karnımız açken gerçekten ihtiyacımız olmayan çok fazla şey satın alırız. Bunun nedeni de gördüğümüz her şeyi o an yemek istememizdir… Çünkü açızdır, bu oldukça açık. Ancak daha ilginç olan soru şudur: aç değilken neden markete gidiyoruz? Yontma taş dönemindeki atalarımız kaynakların ya kısıtlı ya da zor bulunduğu bir zamanda yaşıyordu. Her acıktığımızda birkaç saat boyunca avlanmamız gerektiğini düşünün… Hem de bir şey yakalayacağımızın garantisi olmadan. Türümüz bu tür bir sistemle büyük ihtimal hayatta kalamazdı. Bu yüzden vücutlarımız çıkarımıza uygun davranışlarımızı tekrar ettirmek için acıkana kadar beklemek yerine düzenli olarak ava çıkmamızı sağlayan bir yöntem buldu.

İki kimyasal-endorfın ve dopamin- bizim avlanma, toplama ve başarıya olan eğilimimizin nedenidir. Bu kimyasallar aradığımız bir şeyi bulduğumuzda veya hedeflerimizi başarmak için gerekli bir şeyi yaptığımızda bizi iyi hissettirir. Endorfin ve dopamin, gelişimin kimyasallarıdır.

* Aslında endorfine bağımlıyızdır. Bu sebeple düzenli egzersiz yapan insanlar kimi zaman özellikle işteki stresli bir günden sonra rahatlamak için koşuya çıkarlar veya spor salonuna giderler. Atalarımız da muhtemelen avlamaya ve toplamaya sadece yapmak zorunda olduklarından değil, aynı zamanda iyi hissettirdiği için gidiyorlardı. İnsan vücudu biz yiyecek ararken veya barınak inşa etmek için sıkıca çalışırken bizim iyi hissetmemizi ister, böylece işimizi bitirmeye daha meyilli oluruz. Arabalar ve süpermarketler sayesinde, her şeyin hazır olduğu ve bolca kaynağın bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz. Vücudumuz artık yiyecek bulduğumuzda bizi endorfin ile ödüllendirmiyor. Bugün ve zamanda endorfinimizi egzersiz ve fiziksel çalışma ile alıyoruz. En azından dikkate değer bir istisna dışında.

* Tarımdan veya süpermarketlerden çok daha önce, insanlar zamanlarının çoğunu bir sonraki öğünü aramakla geçiriyorlardı. Avcılık ve toplayıcılık gibi temel görevleri tamamlamaya odaklı olamasaydık dünyada çok da uzun süre yaşayamazdık. Bu yüzden Tabiat Ana elimizdeki göreve odaklı olabilmemizi sağlayan zekice bir yöntem buldu. Dopaminin salgılanmasının bir yolu da yemek yemektir, yemeyi bu kadar çok sevmemizin sebeplerinden biri de dopamindir. Bu yüzden bizde önümüze yemek getiren davranışları tekrarlamaya çalışıyoruz.

* Evet, doğru, hepimiz o e-postadan nefret ediyoruz ancak bize orada bir şeyler olduğunu bildiren ding, bızz sesleri ve ekranın açılışı için yaşamaktayız. Bazılarımız hiçbir şey gelmese dahi telefonlarımızı her zaman elimizde taşımamızı ve sıklıkla telefonu açıp bakmamızı teşvik eden nöral bağlantılar kurduk. Dopamin verin bana!

* Üniversite mezunları diplomalarını alırlarken serotoninin damarlarından aktığını hissedişleri gibi izleyiciler arasında oturan ebeveynleri de aynı şekilde serotonin dozu alır ve aynı gururu hissederler. Hormonun amacı da budur. Serotonin çocuk ve ebeveyn, öğretmen ve öğrenci, antrenör ve oyuncu, patron ve çalışan, lider ve takipçisi arasındaki bağı güçlendirmeye çalışır. Bu sebeple birisi bir ödül aldığında ilk teşekkür ettikleri kişiler ebeveynleri, antrenörleri, patronları ve Tanrıdır-başardıkları şeyi başarabilmeleri için gereken destek ve korumayı kimden aldıklarını düşünüyorlarsa onadır.

* Dopaminin verdiği ani tatmin hissinden farklı olarak oksitosin uzun sürelidir. Biriyle ne kadar uzun süre geçirirsek onların yanındayken kendimizi o kadar savunmasız bırakabiliriz. Başkalarına güvenmeyi ve karşılığında bize güvendiklerini öğrendikçe oksitosin daha da fazla ortaya çıkmaya başlar. Oksitosin aynı zamanda fiziksel temasla da salgılanır. Birisine sarıldıktan birkaç saniye sonra yaşadığımız o sıcak his oksitosindir. Oksitosin aynı zamanda birisiyle el ele tutuşmanın iyi hissettirmesinin ve küçük çocukların her daim annelerine dokunmak ve sarılmak istemelerinin nedenidir. Hatta insan temasından, dolasıyla yeterli dozda oksitosinden uzak kalan çocukların, ileride yaşamlarında güvene dayalı ilişkiler kurmakta zorlandığına dair birçok kanıt bulunmaktadır.

* Gerçek bir tehdit olduğunda, polisin bir alarma karşı harekete geçmesi gibi, adrenalin kan dolaşımımıza salgılanır ve kaçabilmemiz için enerji veya düşmanımızla yüzleşmemiz için güç verir. (Çocuklarını korumak için bir anda süper insan gücü kazanan annelerin hikayesini duymuşsunuzdur-bu adrenalinden gelir.) Ancak ortada bir tehdit yoksa derin bir nefes alır ve kortizolun kan dolaşımımızdan ayrılmasını, kalp atış hızımızın normale dönmesini ve rahatlamayı bekleriz. Kortizol sistemlerimizde sürekli olarak kalması için tasarlanmamıştır; bir tehdit sezdiğimizde salgılanır ve tehdit geçtiğinde damarlarımızdan ayrılır. Bunun yaşanmasının iyi bir sebebi vardır. Stresin vücudumuz üzerinde ciddi etkileri vardır. Sürekli bir korku ve kaygı durumu içerisinde yaşamak zorundaysak stresin iç sistemlerimizi yapılandırmadaki tutumu uzun süreli hasara neden olabilir.

* Bazı kişilerin statüleri hakkında yalan söylemeye çalışması hiç de garip değil. Ancak ne yazık ki bu işe yaramıyor. İyi bir hile başkalarını gerçekte olduğumuzdan daha başarılı olduğumuz konusunda kandırsa da, bu durum biyoloji ile alakalı ve kendimizi kandıramayız. Psikoloji alanında çalışan üç bilim insanı- Chapel Hillden Francesca Gino, Harvard İşletme Okulu’ndan Michael Norton ve Duke’den Dan Ariely- tarafından yürütülen bir çalışma sahte giyim ürünleri giyen kişilerin gerçeğini giyen kişiler gibi aynı gurur ve statü patlamasını hissetmediklerini gösteriyor. Ortaya çıkıyor ki sahte ürünleri giymek bizi sahte hissettiriyor, sanki hile yapıyormuşuz gibi.

* İnsan olmanın anlamının köklerine derinden bağlı sosyal sözleşme ile alakalıdır. Eğer liderlerimiz hiyerarşideki pozisyonlarının getirdiği zevklerden yararlanıyorlarsa, bize koruma sunmalarını bekleriz. Sorun şu ki, aşırı ücret alan liderlerin çoğunun parayı ve avantajları alırken insanlarına koruma sunmadıklarını biliriz. Aynı şey seçim dönemlerinde siyasetçiler için de geçerlidir. Siyasetçilerin eğer seçilirler ise bizimle ilgilendikleri için tüm bu güzel şeyleri yapacaklarını söylemelerini izlemek eğlencelidir. Eğer seçimi kaybederlerse, çoğu söyledikleri şeylerin hiçbirini yapmazlar. Kişiyi lider yapan şey ofisteki kıdemi değildir. Liderlik resmi olsun ya da olmasın herhangi bir kıdemde başkalarına hizmet etmeyi seçmektir. Otorite sahibi olup da lider olmayan ve organizasyonun en alt basamaklarında yer alıp gerçekten lider olan insanlar vardır.

* Nasıl ki para sevgiyi satın alamıyorsa, İnternet de derin ve güven içeren ilişkileri satın alamaz. Bu tarz bir ifadeyi yalanmış gibi gösteren ve tartışılabilir kılan şey ise internet üzerinden kurduğumuz ilişkilerin gerçekmiş gibi hissettirmesidir. İnsanlar fotoğraflarımıza, sayfalarımıza, durumlarımıza “beğeni” attığında veya kademe kademe yükseldiğimizi gördükçe (serotoninin kademeleri ne kadar çok sevdiğini bilirsiniz) tabii ki serotonin patlamaları yaşarız. Sanal “beğeniler” veya takipçi sayımızdan gelen takdir hissi bizim çocuklarımızdan aldığımız veya bir antrenörün oyuncularından aldığı takdir hissine benzemez. Bu sanal takdir sadece hiçbir fedakârlık gerektirmeyen “beğeninin” toplumsal bir gösterimidir-yeni bir statü sembolüdür. Kısaca özetlersek, sevgi gerçekmiş gibi hissettirse de ilişki halen sanaldır. İlişkiler internet üzerinden de tabii başlayabilir, ancak sadece yüz yüze geldiğimizde gerçek olurlar.

* İnsanlar birbirlerine yüz yüze asla söylemeyecekleri çok çirkin şeyleri internet üzerinden söylüyorlar. Mesafenin korunması ve hatta tamamen anonim olabilmek insanların diğer insanlara karşı davranması gerektiği şekilde davranmamasına neden oluyor. İnternet üzerinde insanlarla tanışırken pozitif hislere kapılsak da sevgi ve güven üzerine kurulu gerçek ilişkilerin aksine bu hisler oturumu kapatışımızdan sonra uzun sürmezler ve çok nadiren zamanın sınavını geçebilirler.

* İngiliz antropolog ve Oxford Üniversitesi’nde Deneysel Psikoloji bölümünden Profesör Robin Dunbar da aynı sayıya varmış. Profesör Dunbar insanların temelde 150’den fazla ilişkiyi sürdüremediğini buldu. “Başka bir şekilde söylersek,” diyor, “Bir bara içki içmek için davet edilmeden girdiğinizde bir arada olmaktan utanmayacağınız insan sayısı bu.” İlk Homo sapiens grupları en fazla 100 ila 150 kişiden oluşan avcı/toplayıcı kabilelerinde yaşıyorlardı. Amiş ve Hutterit toplulukları yaklaşık 150 kişiden oluşuyordu. Deniz Kuvvetleri’nin bir bölüğü bile 150 kişi civarındadır. Bu sihirli sayı doğal olarak içinde yaşamayı başarabildiğimiz yakın ilişki sayısıdır. Bu sayıdan fazlası sabit sosyal sistemleri bozmaya başlar, aynı zamanda etkili hiyerarşi veya bürokrasi bu sayıdan fazlasını yönetmek için kurulmamıştır. Kıdemli liderlerin orta seviyeli liderlere güvenmesi gerekmesinin nedeni de budur, çünkü eğer güçlü bir güven duygusu ve işbirliği olacaksa kimse çok sayıda insandan oluşan grupları etkili şekilde yönetemez.

* Diyelim ki yeni bir eve taşınıyorsunuz. Size yardımcı olmak için nakliyat ücretini bir arkadaşınız karşılıyor. 5.000 dolar değerinde çok cömert bir yardım bu. Bir başka arkadaşınız evinize gelip eşyaları kolilemenize, araca yüklemenize yardım ediyor, sizinle yeni eve geliyor ve orada da eşyaları indirip kolileri açmanıza yardımcı oluyor. İki hafta sonra iki arkadaş da aynı gün içinde sizden yardım istiyorlar. Hangisine yardım etmek isterdiniz, bir çek yazan arkadaşınıza mı yoksa sizin için zaman ve çaba harcayan arkadaşınız mı?

* Tıpkı bir ebeveynin çocuğunun sevgisini hediyeler ile satın alamaması gibi, bir şirket de çalışanlarının sadakatini maaşlar ve primler ile satın alamaz. Sadakati, yani başka bir yerde daha fazla maaş teklif edilse de bir organizasyona bağlı kalmaya dair mantıksız isteği üreten şey, şirketimizin liderlerinin zamanı geldiğinde bize yardımcı olmak için zaman ve enerjisini harcamaya gönüllü olacağını bilmektir.

* Dürüstlük sözcüklerimizin ve yaptıklarımızın niyetlerimiz ile tutarlı olmasıdır. Dürüstlüğün azlığı, en iyi ihtimalle iki yüzlülük, en kötü ihtimalle yalancılıktır. İş dünyasında dürüstlüğün eksikliğinin en yaygın görünüşü organizasyon liderinin insanlara doğruyu değil duymak istedikleri şeyi söylemesidir. Dürüstlük, birbirimizle aynı fikirde olduğumuzda doğruları söylemekle alakalı değil; aynı zamanda fikirlerimiz çeliştiğinde, daha da önemlisi hatalar yaptığımızda veya yanlış adımlar attığımızda da doğruları söylemekle ilgilidir.

* Alkol, nikotin veya yiyeceklerden aldığımız zevk dopaminden gelir. Dopamin bir şeyi başardığımızda veya aradığımız bir şeyi bulduğumuzda salgılanan kimyasaldır. Bizi gıda bulmamız için cesaretlendirmek, bir barınak inşa etmek ve genel olarak bir tür olarak gelişmemizi sağlamak amacıyla tasarlanmış dört iç teşvik edicimizden bir tanesidir. Hayatta kalmamız ve zenginleşmemize yardımcı olması gereken davranışlara geçişimizi sağlamak için tasarlanmıştır. Tabiat Ana nikotin ve alkol gibi kimyasalların ödül sistemlerimizi kısa devre yaptırabileceği bir zamanı hayal edemez veya bizi buna hazırlayamazdı. Dopamin gıdanın hazır olarak erişilebilir olmadığı bir zaman için tasarlanmıştı. Vücutlarımız istediğin-zaman-ye dünyası için tasarlanmamıştır. Aşırı yemek, kumar oynamak, alkol almak ve sigara içmenin hepsi dopamin bağımlılığıdır.

* Adsız Alkolikler 75 yılı aşkın süredir alkolizmin dopamin bağımlılığını yenmekte insanlara yardımcı oldu. Birçoğumuz iyileşme dönemindeki on iki adımlık programı duymuşuzdur ve çoğumuz ilk adımı biliyoruz- bir sorunumuz olduğunu itiraf etmek.

“Adsız Alkolikler tüm sırrını bilmek ister misin?” demişti iyileşme döneminde bir alkolik olan Jon. “Kimin gerçekten ayık olduğunu ve kimin olamadığını bilmek ister misin?”

Adsız Alkolikler’in kaydolan alkoliklerden çok azı On İkinci Adımı tamamlayarak ayıklığa ulaşır.

Diğer tüm on bir adımı tamamlasalar dahi On İkinci Adımı tamamlamayanlar muhtemelen tekrar alkol almaya devam edeceklerdir. Bağımlılığın üstesinden gelenler On İkinci Adımı tamamlayabilenlerdir. Bu arada vurgulayayım ki, “On İkinci Adım” başka bir alkoliğin hastalığı yenmesi için kişinin ona kendisini adamasıdır.

“Alkolizm size saldırmaya çalışan bir kurt sürüsü gibidir.” diyor John. “Eğer programa dahil olur ve grupla birlikte kalırsan sana saldıramaz. Grup seni güvende tutar.” Bir diğer deyişle Adsız Alkolikler bir aile, kabile veya askeri müfreze gibidir. Ezop’un kuyruk kuyruğa birleşerek birbirlerini aslandan koruyan öküzleri gibidir. Adsız Alkolikler en mükemmel şekilde kurulmuş Güvenlik Çemberidir.

*“Kavak ağaçlarını seven ve beğenen çok az insan gördüm. Çünkü onlar dosdoğruydular.” Cemil Sena

 Simon Sinek: 1973’te İngiltere’de doğmuş, antropoloji eğitimi almış ve reklam sektöründe çalışmış bir yazardır. Liderlik ve motivasyon konularında uzmanlaşmıştır. “Neden ile Başla” (Start with Why) kavramıyla tanınır ve liderliğin, insanların tutkularını ve amaçlarını anlamakla ilgili olduğunu savunur. İş dünyasına yönelik geliştirdiği modeller ve konuşmaları ile dünya çapında tanınan bir düşünürdür.

Yazan ve Derleyen Halit Yıldırım, Antalya, 6 Haziran 2025

Share This
COMMENTS

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir